Saturday, June 30, 2012

Tanrı transları sevmiyor – Natalie Reed , LGBTQ ve Din Denklemi. Dördüncü Kısım




Giriş notu

Bu yazı, Natalie Reed'in FreeThoughts Blog'da 2 Mart 2012'de yayınladığı “God Does Not Love Trans People” başlıklı makalesinin serbest çevirisiyle birlikte, köşeli parantez içerisinde ve eğik olarak, yazının bana yaptığı çağrışımlardan oluşuyor.
Dördüncü kısmını yayınladığımız yazının birinci, ikinci ve üçüncü kısımlarını bağlantıları takip ederek okuyabilirsiniz.







Tanrı transları sevmiyor.

Ve işte çark böyle döner ve biz yine dini sorgulama ötesine koyacak bir yer buluruz, yine bazı fikirlere diğerlerinden farklı standartlar uygulamamız gerekir gibi yaparız. Bazılarına özel, yasak bölge ve tartışılmaz muamelesi yaparız. Bazı görüşlere “öyle işte” der geçeriz ve bazı iddiaların hiçbir doğrulama sunmamalarını onaylarız, bu görüş ve iddialar başkalarına zarar verseler bile. Ve böylece eski kavramlar ve alışkanlıklar sabit kalırlar ve din kendini postmodern dünyadan koruyacak postmodern zırhını bulur: “başka kültürlere saygı”.

Tuhaf bir biçimde, şüpheci ve ateist hareket içerisindeki birçok insana kıyasla ben genel tavırlarımda epey daha postmodernistim. Kişinin öznel konumunun etkisini tanımanın önemine kuvvetle inanırım. Bunun öncelikli olmadığını ve başka hususların ön plana çıktığını düşünmeye başladığım an; bunun, diyalogu kapatmak, eleştiriyi susturmak ve bize bir sorun karşısında sorgulamamamızı, düşünmememizi ve sesimizi çıkarmamamızı söylemek için kullanılmaya başladığı andır. Böyle zamanlarda, göreceliliği baştan savıp diyalog hakkı için ısrar etmekten çok mutlu olurum. Başka kültürleri de kendi kültürümü eleştirdiğim ölçüde eleştireceğim. Ne daha fazla, ne daha az.

Gerçi bu da bizi tekrar, tüm bunların trans topluluğunda böyle kuvvetli olarak neden ortaya çıktığı mevzuuna getiriyor. Madem din tarafından geçmişte bu kadar mağdur edildik; madem din kurumsallaşmış ayrımcılığa, haklarımızın reddine, kimliklerimizin inkarına, ailelerimiz ve topluluklarımızdan atılmamıza ve giderek saldırıya ve cinayete gerekçe olarak kullanıldı; neden tüm bu dert ve riski göze alıp bu Patrik tarafından kabul edilmek ve sevilmek için, bu istismarcı inanç sisteminde kendimize yer bulmak için uğraşıyoruz? Birçok dinin iğrenç, günahkar ve yanlış olarak tariflediği bir şeyin bedene gelmiş haliyken, neden onların arasında kendimize yer açmaya çalışıyoruz?

Her ne kadar benim din eleştirimin Hıristiyanlık'a dönük etnik-merkezci olmadığını ve tüm dinlere evrensel olarak uygulanabilir olduğunu uzun uzun anlattıysam da, Hıristiyanlık'ın baskın olduğu kültürlerde belirginleşen bu meselenin bizzat kendisinin Hıristiyanlık'la alakalı olduğunu düşünüyorum. [Bundan sonraki kısmın İslam'ın kültürüne de büyük ölçüde denk düştüğünü düşünüyorum.]

Hıristiyanlık bize kabul edilme ve sevgiyi dışsal kaynaklarda aramamızı öğretir. Bize; değer verme ve iyilik gibi duygularımızı, kendimize sağlayabileceğimiz tüm güvenceyi temsil eden dışsallaşmış bir ilahın beklentilerini karşılamak üzerine kurmamızı öğretir. Değer verme ve iyiliği dışarıda aramak yerine kendimizi olduğumuz gibi kabul etmenin gururluluk olduğunu ve tanrı önünde günahkar bir alçalma eksikliği olduğunu öğretir. Kendimizi olabildiğince suçlu hissetmemiz için nefes alırken bile kaçınamayacağımız sonsuz bir günahlar listesi verir. Tüm bunlardan kaçınsak bile ilk günah vardır suçlu hissedilecek. Sonra kendi Yegane Doğru Yol'u üzerinden hakiki bağışlanma sunar.

Tüm sistem; bizim kendi duygularımızı ve kendimize verdiğimiz değeri tereddütle karşılamamız, bunları ancak bu sistemi yaratan kişi üzerinden ve baştan verili bir suçluluk ve içselleşmiş utanç duyguları aracılığıyla edinmeye çalışmamız üzerine uydurulmuş. Kendimizi affedip affetmememizle, kim olduğumuzla ilgili mutlu, değerli veya güvende hissedip hissetmediğimizle ilgili hiçbir kontrolümüz yok. Tüm bu kuvvet, kilisede beden bulmuş olan dışsal bir ilahta toplanmış. Klasik bir taciz ilişkisi bu. Mağdurun kendini değersiz bulmasını ve onun tacizciye duygusal olarak bağımlı olmasını sağla.

Bu şartlanmadan kurtulmak, çok ama çok zor. Tıpkı bir taciz mağdurunun, durumdan kurtulduktan uzun süre sonra dahi tacizcisinin onu hala sevdiğini ve onu affettiğini umması gibi.

Ve belki de bu sebeple trans bireyler hala tanrı tarafından sevilmek ve kabul edilmek istiyorlar, bu inanç sistemince ne kadar hor görülmüş olsalar da. Çünkü bize asla kendimize ve kendimiz için nasıl kabul etme ve affetme duyguları sağlayacağımız öğretilmedi. Bütün hayatımız, kim olduğumuzla ilgili utanç duymamızın öğretilmesi üzerine tanımlı. Ve suç ve utanç için bağışlanma bulacağımız öğretilen yegane yol tanrı aracılığıyla ise, biz de oraya yöneleceğiz – geri kalan tüm konularda bu sisteme arkamıza dönüp gururla kendi yolumuza gitmiş olmamıza rağmen.

Trans kız kardeşlerim, trans erkek kardeşlerim, trans ikisi-de-kardeşlerim, trans hepsi-kardeşlerim... lütfen tanrının sizi sevip sevmediğini dert etmeyi bırakın. Asıl mesele, sizin sizi sevip sevmediğinizdir.




* Bu yazının hassas noktalarıyla ilgili yardımlarından dolayı The Crommunist'e minnettarım. Bu yazıda beğenmediğiniz bir şey varsa tüm suçu ona yükleyebilirsiniz. Her neyi beğenmediyseniz, onun fikriydi.

Tuesday, June 26, 2012

Tanrı transları sevmiyor – Natalie Reed , LGBTQ ve Din Denklemi. Üçünü Kısım




Giriş notu

Bu yazı, Natalie Reed'in FreeThoughts Blog'da 2 Mart 2012'de yayınladığıGod Does Not Love Trans People” başlıklı makalesinin serbest çevirisiyle birlikte, köşeli parantez içerisinde ve eğik olarak, yazının bana yaptığı çağrışımlardan oluşuyor.
Üçüncü kısmını yayınladığımız yazının birinci ve ikinci kısımlarını bağlantıları takip ederek okuyabilirsiniz.


Tanrı transları sevmiyor.

O zaman bu makaleyi yazacağımı söylediğimdeki düşmanlık neden? Neden trans kişiler bu kadar olumsuz tepki verdiler? Özellikle LGBTQ bireylerin din tarafından nasıl muamele edildikleri ve dinin nicedir ve hala eşitlik ve temel insan hakları mücadelemiz önündeki birincil engel olduğunu da hesaba katarsak. Neden benim dini inançların tehlikeli olduğu lafım “etnik-merkezcilik koktu”? Neden insanlar birdenbire benim gerekçelerim ve duruşumla ilgili böyle yakıcı ve acımasız varsayımlara zıpladılar? Ortaya çıkan birçok argüman, Morgan M. Page'in Pretty Queer'deki Queerly Religious yazısında incelenmiş. Pretty Queer'in çoğunlukla çok iyi olduğunu düşünürüm, hatta bazen benim muhtemelen evrendeki en favori insanım olan Imogen Binnie'den de katkılar yayınlarlar, Bn. Page'e de saygım vardır, ama bu yazıda... yani... kueer ateistlerle ilgili bir dünya saldırgan varsayım yapıyor. Bu varsayımlar da, dini inançlara sempatiyle yaklaşan kueer ahalisine yerleşmiş görüyor.

Görünen o ki temel argümanı, bütün kueer ateistlerin dine olumsuz tavırlarının sebebinin dinle “Üç Büyük”ü ve onların etrafındaki kurumları karıştırmalarından geldiği varsayımına dayanıyor. Daha önce de dediğim gibi, böyle bir şey yok. Tüm din deyince tüm dinleri kast ediyorum.

Budizm daha solcu çevrelerce (kueer topluluğu gibi) daha zararsız ve bizim post-modern görüşlerimizle kaynaşabilecek bir din örneği olarak gösterilir. Ama ben, bir an için bile, Budizm'in aynı tehlikeleri taşımadığını düşünmüyorum. Bir an için bile budist kültürde kurbanına, bu dünya bir düşten ve tozdan ibaret olduğu için meseleyi dert etmemesini ve kızmamasını söylemiş bir tecavüzcü olmadığını düşünmüyorum. Budizm de Hıristiyanlık gibi bu dünyada başa gelen en korkunç durumların bile kabullenilmesi ve daha iyisinin istenmemesi, zira bu dünyanın sayılmadığı gibi aynı yıkıcı tavırları savunuyor. Aynı Hıristiyanlık gibi, bu dünyayı ve yaşamımızı geliştirmek için çalışmak ve ondan zevk almak yerine, “daha başka bir şey”in olduğuna dair bir olasılığa yatırım yapmamızı öğretiyor. Aynı Hıristiyanlık gibi, arzularımızdan utanç duymamızı öğretiyor. Aynı Hıristiyanlık gibi, kişisel zevklerden arınmayı ve acı çekmeyi kutsal diyerek kucaklıyor. Aynı Hıristiyanlık gibi, erkek egemenliğine ve kurumsal olarak erkeklerin kadınlardan üstün poziyonda olmasına dair bir akışı var. Aynı Hıristiyanlık gibi, “dünyevi meseleler”i (mesela bedenimizin cinsiyetimizi tutmaması gibi) dert etmememizi öğretiyor... vb.

Hayır. BÜTÜN dinler tehlikelidir. Budizm'in Hıristiyanlık'tan bir nebze daha az zararlı olduğunu samimiyetle kabul etmem için YEGANE yol, sırf yazıtlar yerine hakiki düşünceyi ve meditasyonu cesaretlendirmesi temeline dayanabilir. Ayrıca felsefi olarak da daha karmaşıktır. Yani Yahudilik'in daha eğitimli kimi dalları gibi, düşünce ve araştırmayı toptan reddetmeyi öğretmemek gibi bir avantajı vardır. Ama hala tüm bu antik öğretileri harikulade ve saldırılamaz ilan eder. Düşünce iyidir, ama inanç kabulleri içerisinde inancınızı düşünmenin durumunda. Sizden hala bir şeyleri “sadece bilmenizi” ister. Dediklerinin çoğunun, insan anlayışının ve düşüncesinin ve sorgulamasının ve kavrayışının “ötesinde” olduğunu iddia eder; bir yandan da ötedeki tüm bu şeyleri bildiğini iddia eder.

Yani en azından bu temelde, benim dini inancı reddetmem entik-merkezci değil. Tüm küreyi içeriyor.

Page ayrıca dinin bazen kueer kişileri korumak ve onların haklarına arka çıkmak için bir araç olarak kullanıldığını savunuyor. Bazı durumlarda, bazı topluluklarda, bazı kültürlerde ve tarihin bazı anlarında, kimi dinlerin ya da dini yapıların kueer bireylerin sahip oldukları tek güven ve destek olduğunu.

Hakkı var ve bu geçerli bir nokta. Ama tariflediğim hiçbir soruna temas etmiyor. Silahlar ve bombalarda adil devrimler ve savaşlarda kullanıldılar. Bu silahları ve bombaları zararsız ve güvenli yapmaz. Bir şeyin bazen adil amaçlarla kullanılabilir olması, onu daha az tehlikeli ya da adil olmayan durumlarda daha az kullanılabilir kılmaz. Ve silahlarda olduğu gibi (ve belki daha sıkça), din zayıf ve korumasızın hizmetine sunulmuyor. Silahlarda olduğu gibi (ve belki daha sıkça), din güçlünün ve iktidar sahibinin hizmetine sunuluyor.

Page'in yazısında sorunlu ve saldırgan bulduğum bir diğer şey de, alaycılıkla ateizmi “moda” olarak tarif edişi. Bu taktiğin, birinin kimliğini küçümsemek ve özentiler sürüsüne katılmak için mahsuscuktan öyle davrandığını söylemek vesilesiyle kullanmasıyla daha önce nerede karşılaşmıştım biliyor musunuz? “Moda” kueer kişilerle ilgili söylendiğini gördüğümde. Aynı üslupla. Aynı amaçlarla. Bu da bir çeşit “Shut Up, That's Why” (Kapa Çeneni, İşte O Kadar!). “Amaan.. söylediklerini neden ciddiye alayım. Belli ki hava atmaya çalışıyorsun. Ben bunları çoktan geçtim.”

Dine meydan okumanın ve onu tehlikeli ya da zararlı olarak tariflemenin ne kadar tehditkar olduğunu tamamen anlıyorum. Gerçekten. Bir bireyin kimliğine derinden işlenmiş bir şeye yönelik bir meydan okuma bu. İşin aslı din biraz da böyle çalışıyor... bu fikirler ayakta kaldılar ve yayıldılar, tam da bir sürü duygusal, psikolojik ve kültürel ödül ve rahatlık sunarken bol miktarda zahmetli duygusal, psikolojik ve kültürel bedeli kenara koydukları için.

Dine bu meydan okumalar, özellikle dinin sadece dogmatik ve kurumsal bir rol oynamadığı topluluklarla konuşurken tehditkar ve incitici olabiliyor. Beyaz olmayanlarla ya da başka azınlıklarla konuşurken bu özellikle doğru.


Bu gibi durumlarda inanç ve din epi topu bir yönetici kurumdan ya da ne olduğunuz ve ne olmanız gerektiğiyle ilgili haftalık bir dersten ibaret değil. Daha kalabalık ve güçlü çoğunluk kültürünün tehdidi altındaki azınlık grupları için, din topluluğu bir arada tutan ve asimilasyon (ya da imha) tehdidine rağmen topluluk kimliğinin korunup pratiğe geçirildiği bir tutkal görevi görebilir.

Bu topluluk ve gruplar (örneğin trans bireyler) imtiyazlı çoğunluğun tehdidi altındayken; din, dogma ve inancın tehlikeli yanlarına dönük eleştiriyi etnik-merkezci bağnazlıktan ve kültür empoze etmekten ayrıştırmak çok zorlaşıyor.

Ama nasıl ki imtiyazlıların cis-seksist1 ve heteronormatif önyargılarını tanımak illa ki cis ve heteroseksüel kişilere ya da cis-cinsiyetliliğe ve heteroseksüelliğin kendisine bir saldırı anlamına gelmiyorsa; din ve inancın sorunlu yanlarına da, dindar kişilerin veya dine atfedilmiş topluluk kimliği, sanat, müzik, şiir, ritüel, mit, metafor, ahlak, iyilik vb. öğelerin eleştirisini yapmaksızın bakmak mümkündür.

(Burada, tüm bu öğelere seküler bir bağlamda bakılabileceğini söylemeden geçmeyeyim. Seküler ve dini bağlamda gerçekleşebilecek iyi her şey (sanat ve iyilik gibi) ve iki bağlamda da gerçekleşebilecek kötü her şey (soykırım ve bağnazlık gibi), dinin olumlu ve olumsuz yanları tartışmasından alakasızdır.)

Ateizmi “beyaz, ayrıcalıklı” bir şey olarak konumladığımızda ve farklı ten rengindeki insanların dini inançlarının daha farklı olduklarını ve kendi hallerine bırakılmaları gerektiğini kurguladığımızda, bir taraftan da karman çorman bir ırkçı hikayeyi yutarız. Böylece temel bir Öteki ve ırksal özcülük kurgulamış oluruz. Bilim, rasyonellik ve eğitimin beyazlar için olduğu ve dışlanmış ırksal grupların “ruhani” ve “sezgisel” olduğu kavramsallaşmasını harekete geçiririz. Bu, eğitimdeki dağılımın sadece imtiyazlılara dönük oluşunu ve farklı renkten kişilerin (sanki yetişemezlermişcesine) bu hususların dışında tutulmasını sürdürmüş oluruz.

Trans latin bir e-arkadaşım, bu tavrın nasıl üstten ve sahiplenici olabileceğini tweet ediyordu. Sanki “zavallı renkli trans kadınlar”ı çocuk eldiveniyle idare etmemiz ve onlar bu kavramları bizim gibi anlayamazlarmış gibi. Onları daha da öteleyerek ve Öteki kimliğini yeniden üreterek; dahası bunu onlar “için” yaptığımızı, onları hassas poziyonları gereği “ihtiyaç” duydukları dini “zorla” alıkoyan ateist saygısızlardan “korumak” için yaptığımız iddiasıyla. Bir yandan beyaz kültürün dini kurumlarını (Hıristiyanlık) keyifle eleştirirken, öte yandan Öteki'lerin dinlerine başka muamele yapıp ve farklı bir hürmet (hatta huşu) bahşedip sorgulanmadan ve eleştirel düşünceden muaf tutarak.

[Türkiye'de de, “Anadolu halkının geleneksel değerlerine” hürmet etmemiz söylenir durur.

Bir televizyon kanalında görece solcu bir yazarın “Sen benin annemin babamın dinine nasıl karışırsın?” dediğine tanık olmuştum. Buradaki anne ve babanın “anlayamazlığı” vurgusunu bir yana koyalım; asıl olarak, verili toplumsal koşullara biat etmemiz söyleniyor.

İşin ilginci, fark ettiğinizi bir toplumsal yalanı etrafınızdakilerle paylaşma girişimlerinizin tamamı bu yöntemle reddedilebilir zaten. Nitekim “toplumun büyük çoğunluğu” kart kurt sesleriyle Kürtçe'nin ortaya çıktığını, 1. Dünya Savaşı'nda Almanya yenildiği için “yenilmiş sayıldığımızı” falan düşünüyor. Bu örneklerle dinin ortak noktası, yukarıda değindiğim verili toplumsal koşulların bizzat kendilerinin bir siyasi projenin parçası olmaları.

Daha güzel bir örnek geliyor aklıma. Son 10 yıl boyunca dindarlaşmaya laf eden herkese “seküler elit” damgası vura vura; din üzerinden, baskı, sansür ve tecrit aracılığıyla gerçekleştirilen “dinci elit” dönüşümüyle artık “halkın değerlerine” saygımız sonsuz. Neyse ki halkın değerleri arasında gelir adaleti, fırsat eşitliği, hukuk, bilimsel eğitim gibi şeyler sayılmıyor.

Vurgulamak istediğim, başlangıç noktamız olarak verili toplumsal koşulları değil savunduğumuz değerli almamız gerektiği. Özellikle LGBTQ ve din denkleminde bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.]

Buradaki bir anahtar kavram, ateizmin, doğası gereği insanları bir kültürel görüşe döndürmek istemesiyle, sömürgeci ya da emperyal olduğu suçlamasıdır. Ateizm kimseyi “döndürmeye” çalışmaz. Din, duygusal manipulasyon ve aleni cebir yollarıyla din değiştirtir. Ateizm ise tartışır, öğretir, ve sizden şeyleri kendi adınıza düşünmenizi ister. Hiçbir vaatte bulunmaz (“tüm acılardan kurtulacağız”, “sonsuz yaşama kavuşacaksın” ya da “aydınlanma ve iç huzur bulacaksın” gibi), hiçbir tehditte de bulunmaz (“cehenneme gideceksin” ya da “durmaksızın kaygı, umutsuzluk ve acılarla dolu hayatlara yeniden doğacaksın” gibi). Sadece sorular sorar ve sizden de kendinize sorular sormanızı ister.

Ama ateizmin bu gibi eleştirilerinin poziyonu bakımından, görüş paylaşmanın HER hali öyle ya da böyle sömürgeci, emperyal ve baskıcıdır. Ki bu da, kendilerinin beni dini sorgulamamayı kabul etmeye “zorlamalarında” görüldüğü üzere korkunç derecede ikiyüzlüdür.. kahrolası imtiyazlı din-savunucuları! Emperyalistçe, kendi tanzimci dogmalarını bana empoze etmeye çalışıyorlar! Hrrr! (yumruk sallama)

[Üçüncü kısmın sonu. Yazının dördüncü ve son bölümünü yakında yayınlayacağız.]
1Cis: Doğdukları andan itibaren sahip oldukları cinsiyetle cinsiyet kimlikleri uyumlu olan kişiler.

Thursday, June 21, 2012

İllegal slogan atıyoruz.




Puşi takmak örgüt propagandasıysa biz de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nden Eduard Khil'in (1934-2012) bir şarkısını paylaşıyoruz, bakalım başımıza ne gelecek?








Bu nedir? Bu budur.

Tuesday, June 19, 2012

Tanrı transları sevmiyor – Natalie Reed , LGBT ve Din Denklemi. İkinci Kısım



Giriş notu

Ekim 2011'de Kaos GL Derneği tarafından sağlık çalışanları için bir kitapçık yayınlandı. Sadece sağlık çalışanları için değil, LGBT meselesine ucundan kıyısından ilgi duyan herkes için çok değerli bilgilerin derlendiği bu kitapçığın içinde, terimler sözlüğünden soru-yanıt bölümüne, bilimsel verilerden çeşitli sağlık kurumlarının resmi açıklamalarına kadar bir dünya veri düzgünce sunuluyor.

Buraya kadar her şey yolunda. Zaten kitapçığın içerisindekilere de en küçük bir itirazım yok. Sorun kitapçığın kapağında. Kaos GL'deki yoldaşlar kitapçığa “Ne Hastalık, Ne Suç, Ne Günah! LGBT Hakları İnsan Haklarıdır.” başlığını uygun bulmuşlar. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktım, sonra da kitapçığı sözcük sözcük baştan okumaya karar verdim.

Kitapçığın hiçbir yerinde eşcinselliğin neden günah olmadığına dair bir argüman bulamadım. Doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir argümanla karşılaşsam daha çok üzülürdüm. Şimdi sadece, bu başlığın neden sorunlu olduğuyla ilgili bir şeyler söylemekle yetinecektim. Derken Natalie Reed'in FreeThoughts Blog'da 2 Mart 2012'de yayınladığı “God Does Not Love Trans People” başlıklı yazısıyla karşılaştım.

Aşağıda bu yazının serbest çevirisiyle beraber köşeli parantez içerisinde ve eğik olarak bana yaptıkları çağrışımları bulacaksınız. (İkinci kısmını yayınladığımız makalenin ilk kısmına şuradan ulaşabilirsiniz.)


Tanrı Transları Sevmiyor.

Daha önceden, dini, dini dogmaların dilini kullanarak eleştirmenin – mesela Hıristiyanlar'dan İsa gibi olmalarını istemenin –, onları bizim aklımızdakinden (yani mesela sonsuz hoşgörülü ve affeden, sürekli ekstazi halindeki bir adamdan) farklı bir İsa'ya ulaştırma riskini taşıdığından bahsetmiştim. Ayrıca, ılımlı ve ölçülü dini görüşlerin nasıl hakaretleri kolaylaştırdığını ve daha tehlikeli dindarları normalleştirdiğinden, neden dinin sürekli zarar vermemesinin onun zararsız olduğu anlamına gelmediğinden de bahsetmiştim. Din iyi bir insanı daha iyi biri yapmadığı gibi, iyi bir insanı kötü bir insana da çevirmez; ama kötü bir insanı kesinlikle daha tehlikeli hala getirebilir, çünkü ona sağlam bir hüküm, kesinlik ve bir bahane verir.

Kueer bireylerin özellikle anlaması gereken insanlara saldırılamaz dayanak vermekteki tehlikedir; birine böyle “daha yüksek iddia gücü” vermek etiğe aykırıdır. Birçoğumuz tam da böyle mutlak kararlılık yoluyla, daha yükseklerden gelen sorgulamama emrine dayanılarak öldürüldük. Kueer birinin bu tarz düşüncenin ne kadar tehlikeli olduğunun şiddetle farkında olmamasını, ondan korkmamasını ve hatta ona bahaneler üretmesini aklım almıyor.

Tüm bunlar burada da geçerli tabii... “Tanrı trans bireyleri seviyor” demenin “Tanrı ibnelerden nefret ediyor” demekten daha fazla dayanağı veya ispatı yok. İki tarafın da görüşlerini savunmak için herhangi bir kanıtı yok ve ikisi de tanrının kendi görüşlerini yansıtacağı uyarlamasından başka bir şeye dayanmıyorlar. Tanrının herhangi biriyle ilgili neler hissettiğini dahi bilmemizin imkanı yok (kendisinin var olduğunu kabul ettik diyelim). Konuşmaya “Tanrı trans bireyleri seviyor”u karıştırdığınızda, transfobik bir dindarın mesajınızı kabul etmesi ve görüşlerini yeniden düşünmesi için hiçbir desteğiniz olmadığı gibi, onun tanrı inancını (büyük ihtimalle translardan nefret ettiğini düşündüğü bir tanrı) meşrulaştırmış, desteklemiş ve normalleştirmiş oluyorsunuz. Bravo! LGBTQ bireyler üzerinde bir bağnazlık atmosferi yaratan dini görüşleri desteklediniz. Onları yalıttınız ve korudunuz. Kendi nefretlerine dayanak kabul ettikleri şeyi tasvip ettiniz. Tanrının varlığını iddia etmek ve insanın (hangi formda olursa olsun) dini inanca bir eğilimi olduğunu söylemek, Westboro Vaftizci Kilisesi'nin dayandığı ilkeleri cesaretlendirmekten başka bir işe yaramaz. Bu organizasyonlarla savaşmak istiyorsak, bunu kendimizin sezgisel, inanç-temelli tanrı varsayımımızı onlarınkine karşıt koyarak yapamayız. Temellerine saldırmalıyız: inancın iyi ya da en azından zararsız bir şey olduğu fikrine, tanrının iradesinin diğer dünyevi yorumlardan önce geldiği fikrine ve “hey, belki de ortalıkta dolaşıp normlara uymayan cinselliğe ya da cinsiyete sahip olanlara karşı nefret saçmak çok da havalı değildir. Hadi, bilinemez kutsalı sorgulamayalım da bu dünyayı kueerler için daha az boktan bir hale getirmeye çalışalım.” etiğine.

Açıkçası, güncel semavi dinlerin neden kueer bireylere böyle bir nefreti olduğunu anlayabilmiş değilim. Her dini durumda aynı muameleyi görmüyor ve bazı dinlerde belli ölçülerde şartlı kabul de görüyor... Antik Yunan'da Kibele'nin trans rahibeleri, Hindistan'ın Hijra'sı, bazı bağlamlarda Hıristiyanlık ve İslam'ın haremleri, İlk Uluslar inanç sistemlerindeki Çift-Ruh kimlikleri, benzer şekilde Norveç paganizminde cinsiyet sınırlarını aşanların maddi ve maddi olmayan dünya arasındaki sınırları da aşacağı inancı vb. Ama tüm bu bağlamlarda, kueer bireylere sadece ve sadece inanç sebebiyle kötü davranıldığını görebilirsiniz... trans ahali için inanç iyiye alamet etmiyor, hele ki şimdiki kültürümüzde. [Buna Türkiye'de üç bilemedin beş çocuk isteyen, kürtajı yasaklamayı kafaya takmış bir başbakanın olduğunu eklemek gerek. İslamcı hareketlerden medet ummamız için gerek koşullardan biri, örgütlü bir İslamcı hareketin bizden bağımsız bir biçimde LGBTQ haklarına yönelik kampanya örmesi olabilirdi. Bu dahi yokken Müslümanlar'ın Müslüman kimlikleri üzerinden LGBTQ haklarına sahip çıkacaklarını ummak en hafif tabirle saflıktır. Elbette Müslüman bireyler “başka güzergahlardan” bizimle dayanışmaya karar verebilirler. Bu çok önemli: Dindar kişiler, dindar oldukları için değil; insan haklarına, özgürlüğe ve adalete dair dünyevi bir görüşleri olduğu ölçüde bize yakınlar.]

İnanç, sezgilere meyillidir. Kueerlik ise daima sezgilere zıttır. Tanım gereği, varsayılan cinsiyet ve cinsellik normlarıyla çelişki içerisinde var olur. Önceki sağduyu uyarısını hatırlatayım. İnanç ve sağduyunun birçok ortak noktası vardır. “Sağduyu” bir şeyi eleştirmek yerine onu verili alır. “Sağduyu” trans kimlikleri gayri meşru ilan eder. Erkeklerin erkek olup olmadıklarını veya kadınların kadın olup olmadıklarını sorgulamayı saçma bulur. Vajina = kadın , penis = erkek, der. Eşcinselliğin sapkın ve yanlış olduğunu söyler. Ama sezgileri ve sağduyuyu öylece kabul ederek değil... sorulara, düşünmeye, farklı bakış açılarına, farklı deneyimlere, yeniden düşünmeye değer vererek, mitlere ve itikatlara ve yanlış anlaşılmalara karşı eğitim ve olgularla savaşarak... ancak bu şekilde kueer kişilerin kabul edilmesini sağlayabiliriz.


[İkinci kısmın sonu. Metni toplam dört parça halinde yayınlamayı uygun bulduk.]

Sunday, June 17, 2012

Tanrı transları sevmiyor – Natalie Reed , LGBTQ ve Din Denklemi. Birinci Kısım



Giriş notu


Ekim 2011'de Kaos GL Derneği tarafından sağlık çalışanları için bir kitapçık yayınlandı. Sadece sağlık çalışanları için değil, LGBT meselesine ucundan kıyısından ilgi duyan herkes için çok değerli bilgilerin derlendiği bu kitapçığın içinde, terimler sözlüğünden soru-yanıt bölümüne, bilimsel verilerden çeşitli sağlık kurumlarının resmi açıklamalarına kadar bir dünya veri düzgünce sunuluyor.

Buraya kadar her şey yolunda. Zaten kitapçığın içerisindekilere de en küçük bir itirazım yok. Sorun kitapçığın kapağında. Kaos GL'deki yoldaşlar kitapçığa “Ne Hastalık, Ne Suç, Ne Günah! LGBT Hakları İnsan Haklarıdır.” başlığını uygun bulmuşlar. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktım, sonra da kitapçığı sözcük sözcük baştan okumaya karar verdim.

Kitapçığın hiçbir yerinde eşcinselliğin neden günah olmadığına dair bir argüman bulamadım. Doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir argümanla karşılaşsam daha çok üzülürdüm. Şimdi sadece, bu başlığın neden sorunlu olduğuyla ilgili bir şeyler söylemekle yetinecektim. Derken Natalie Reed'in FreeThoughts Blog'da 2 Mart 2012'de yayınladığı “God Does Not Love Trans People” başlıklı yazısıyla karşılaştım.

Aşağıda bu yazının serbest çevirisiyle beraber köşeli parantez içerisinde ve eğik olarak bana yaptıkları çağrışımları bulacaksınız.




Tanrı Transları Sevmiyor.


O kimseyi sevmiyor. Zaten tanrı yok ki.

Kusura bakmayın.

Son zamanlarda trans blogosferde, tanrının trans evlatlarını sevdiği ve kabullendiği ve trans olmanın dindar olmakla (ve giderek, Hıristiyan, Müslüman veya Yahudi olmakla) çelişki içinde olmadığı yönünde bol miktarda yazıyla karşılaştım. Her ne kadar bu yazıların ardındaki motivasyonu ve insanların neden böyle bir mesaj vermek için yanıp tutuştuğunu anlasam da, yine de bunu ciddi anlamda sorunlu buluyorum ve bu konuya değinmeye kendimi birazcık mecbur hissediyorum. Demem o ki: Ben açıkça dini inançların tabiatları gereği tehlikeli ve zararlı olduklarına inanıyorum. Bizlerin, yani kueer topluluğunun; onlardan özellikle mağdur olduğumuza ve potansiyel zararlarını özellikle anlamamız gerektiğine, tehlikenin dini inanışın tanımında gizli olup o ya da bu mezhep, inanç veya kurumla alakalı olmadığına ve kimliklerimizle inançlarımız arasındaki uyumsuzluğu gidermek için tasarlanmış savunular üreterek (ya da onları cesaretlendirerek) kendimize bayağı büyük bir kötülük ettiğimize inanıyorum.

O uyumsuzluk, bir lütuftur.

Ayrıca ortada hem trajik hem de insani bir şey olduğuna inanıyorum. Bir taciz mağdurunun, uzun süre ilişkiden kaçtıktan sonra yine de bir ölçüde tacizciden affedilme ve sevgi istemesini andıran bir şey.

Mühim bir “yeni ateist” ağda yazan ve düşüncelerinin o tarafına kendini adamış bir ateist blogcu olarak, bu konuya er geç temas etmem gerekmesi hemen hemen kaçınılmazdı – her ne kadar PZ Myers ve Greta Christina gibi kişilerle kıyaslandığında oldukça tatlı dilli, çıtkırıldım, kılçıksız bir ateist olsam ve öfke ve kızgınlığımı nadiren dışa vursam da. Ama şimdi bunu yapmamın ve yaratacağı papaz olma riskini almamın sebebi şu: Geçtiğimiz hafta, tanrının trans kişilere sevgisi ya da sevgisizliği ve transgenderizm-din ilişkisi tartışmaları alışılmadık ölçüde öne çıktı. Şu anda mesele ürkünç bir arka plan gürültüsü olmaktan ziyade üzerime atlayan büyük korkunç bir canavar halinde.
[Türkiye'de 1 Mayıs'taki anti-kapitalist müslüman gençler vakası da bende aynı hissi yaratmıştı. Aslında tam da bu bağlamda bir not düşmek istiyorum. Natalie her ne kadar trans bireylere odaklanıyor görünse de, argümanını okuduğunuzda tüm LGBT, giderek tüm muhalif hareketler için geçerli olduğunu göreceksiniz.]

Bu tartışmayı başlatan yazıların ilki, Transgriot'tan muhteşem Monica Roberts'indi. Bu harika bir blog ve çok ihtiyaç duyduğumuz siyah trans kadın sesini ulaştırıyor bize. Yine de, saygı duyduğum insanlar benim son derece sorunlu ve tehlikeli bulduğum fikirleri alenen savunduklarında kafamı başka yöne çeviremiyorum. [Bunu ben de Kaos GL için tekrarlayayım.] Bunun hemen ardından Liar, Lunatic Or Lorax'ta, transgenderizm ile dini uzlaştırmaya dönük bir bağlantı derlemesini içeren şu yazı boy gösterdi. Aynı gün, şahsen tanışma fırsatı bulduğum çok hoş bir kadın olan Jillian Page, Montreal Gazette'de tartışmaya katkısını koydu.

Dürüst olmak gerekirse, bu yazıyı yazmakla ilgili çok gergindim, hala da çok ama çok gerginim. Dediğim gibi, Gnu Ateistler1 ne kadar ileri gidiyorlarsa ben de o kadar çıtkırıldım oluyorum. Bazı insanların buna çok kırılacağını ve kızacağını biliyorum. Bazıları tehdit edilmiş veya saldırılmış hissedecek. Bazı yazarlarımı ve destekçilerimi yabancılaştıracağım.

Bu yanıtı planladığımı twitter'da belirtmek bile, trans topluluğundaki bazı bağlaşıklarımın (Stephen Ira ve Ira Gray gibi) aşırı öfkeli tepkilerine yol açıverdi. Kibir, entik-merkezcilik, emperyalizm, sığlık, ateizm ve dinin sınıf veya ırk bakımından manasını hiç düşünmemiş olmak, teolojinin teodize gibi daha karmaşık yönlerine dair cahillik (ki eleştirilerimle zerre alakası yoktur) ve semavi dinlerin2 kurumlarıyla dinin kendisini karıştırmakla suçlandım. (ki bu sonuncusunu hiç de yapmıyordum... dini inancın tehlikeli olduğunu düşündüğümü söylerken, tüm dini inançların tehlikeli olduklarını düşündüğümü kast ediyorum – semavi olmayan, örgütlü olmayan ve giderek çok şahsi seviyedeki dini inançlar da dahil hepsinin.)

Ama bunu konuşmalıyız. Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sorunlu ve potansiyel olarak çok tehlikeli, zararlı fikirlerin topluluğumuzca eleştirmeden kabul edildiğini ve seslendirilen eleştirel yaklaşımların yekten düşmanlıkla karşılandığını gördüğümde, bu benim değinmem gereken bir şeydir – ne kadar anlaşmazlık riski taşısa da, ne kadar arkadaş kaybedeceksem de.

Tanrının trans bireylere sevgisiyle veya dini inançların trans kimliklerle uyumuyla ilgili önermeleri sorunlu bulmamın sebebi, çoğu ana akım semavi dinlerin LGBTQ kişileri hedef göstermeleri ya da onlara zulmetmeleri gibi doğrudan ve temel değil (gerçi bu kesinlikle alakalı ve yukarıda da değindiğim üzere bunun özellikle trajik bir boyut eklediğini düşünüyorum). Öyle olsaydı, bu ayrımcılık tarihine sahip olmayan alternatif dinler sunmak, benim dini inancın bizzat kendisinin tehlikeli ve zararlı olduğu iddiama yeterli bir meydan okuma olurdu. Ve eğer öyle olsaydı, kueer kimlikleri tanıyan yeni din varyantları yaratmak yararlı ve yapmaya değer bir şey olurdu.

Ama, her ne kadar ateist hareketin genel bir kötü alışkanlığı olsa da, ben “din”i “Hıristiyanlık”la karıştırmıyorum. Duruşum, Hıristiyanlık'ı eleştirellik açısından ayrı tutmuyor. Eleştirim, dini inancın bizzat kendisine yönelik. Ve aslında, tavrım, dine herhangi bir özel veya yegane husumete değil; dini veya manevi ilan edilen inanç, fikir ve kavramlara hususi bir değerlendirme yapma hürmetini göstermeyi reddetmeme dayanıyor. Aksine bu inanç, fikir ve kavramlara, diğer tüm inanç, fikir ve kavramlara uyguladığım standartları uyguluyorum.

Kendimi öncelikle bir şüpheci, sonra bir ateist olarak tanımlarım. Şüphecilik, varsayımları sorgulamayı, tereddüt etmeyi, kuşku duymayı, başka olasılıkları hesaba katmayı anımsatan bir süreçtir. O olasılıkları kanıt ve düşünce temelinde tartar ve kesin olmayan (ve değişikliğe açık) bir sonuca ulaşırsınız. Beyinlerimizin ne derece irrasyonel ve abuk olabildikleri; görüşlerimizi neyin en akla yatkın olduğundan ziyade neye inanmak istediğimize göre temellendirmekte nasıl da acele ettiğimiz; ve algı, bakış açısı ve yorumlarımızın ne ölçüde hatalı olabildikleri göz önüne alınarak ve bunlarla başa çıkmak için tasarlanmış bir önlem sistemidir. Beyinlerimiz bir sürü tuhaf şey yapan ve onlara yüklediğimiz epistemolojik taleplerden oldukça uzağa düşen verimsiz vıcık vıcık şeyler. Yani... şüphecilik. İşe yarar.
Bu bizim düsturumuz olabilirmiş aslında. “Şüphecilik. İşe yarar.” Ne dersiniz?

Nasıl ki toplumsal cinsiyete şüphecilik ve eleştirel düşünce uygulayarak feminist olduysam, aynı şekilde kutsallık meselesine şüphecilik ve eleştirel düşünce uygulayarak ateist oldum. Bütün fikirleri aynı şekilde değerlendiririm. Ve tanrı ya da tanrılar meselesine kafa yorunca ve diğer her şeye uyguladığım standartları onlara da uygulayınca varılan nokta, tanrı inancının her ne kadar duygusal ve psiko-sosyal olarak ödüllendirici olsa da bu varsayıma güvenmek için tek bir iyi sebebine dahi bulunmadığıdır. Gözlemlenebilir dünya açısından, bu varsayımı destekleyen tek bir kanıt yok ve birçok dinin kavramsallaştırdığı şekline bolca karşıt-kanıt var. Ve “bilinemez” açısından, asla anlayamayacağımız ve gözlemleyemeyeceğimiz bakımından, endişeye mahal yok. Orada olmayabilir de gayet. “Eleştiremiyorsak baştan hiç açmamalıydık bu konuyu.”

İnanç3 şüpheciliğin zıttıdır. İnanç, “sadece bilmek”tir. İdeal şartlarda, bir kişi, gözlemlerden, olgulardan düşünce aracılığıyla sonuçlara ulaşır. Eğer yeni bakış açıları, yeni fikirler, yeni mülahazalalar, yeni argümanlar, yeni gözlemler ya da yeni gerçekler ortaya çıkarsa, sonucu adapte ederiz. İnanç tam tersi yönde gitmemizi ister. Sonuçla başlarız. Düşünce, bakış açıları, gözlemler, olgular ve yorumlar, sonucu destekleyecek şekilde yapılandırılır. Sonuçla çelişen olgular ya inkar edilir ya da ana sonuçla örtüşene kadar yeniden yorumlanıp yeni çerçevelere oturtulur. Örneğin eğer başlangıç sonuç, tanrının erkeği ve kadını yarattığı ve bir erkeğin kadın kıyafeti giymesinin günah olduğuysa, o zaman trans olduğunuzu fark etmek sizi inancınızın OLMASI GEREKENiyle çelişkiye düşürür. Böylece başlangıç sonucunuzu yeniden gözden geçireceğiniz, giderek bütün bu tanrı hikayesinin tam da öyle olmayacağını kabul edeceğiniz yerdee, ya olguları adapte edersiniz (trans kimliğinizi bastırarak ve normlara uyum sağlamayı deneyerek) ya da bakış açınızı yeniden yorumlayıp çarpıtarak her şeyin bir şekilde yerli yerine oturmasını sağlarsınız. Sizi böyle yarattı çünkü sizi seviyor. Sizi böyle yarattı çünkü sizin iradenizi test ediyor. Sizi böyle yarattı çünkü acı çekmek sizi ona yaklaştırıyor. vb.

İnanç tehlikelidir çünkü düşüncenin tersidir. Çünkü bilinçli olarak düşünceyi susturur, durdurur ve bastırır. Bizden öylece kabullenmemizi ve sorgulamamamızı ister. Kanıtın gereksiz olduğunu söyler. Eleştiriler “üstü” bir görüşe dönüşür. Dolayısıyla o inanca dayalı olarak yapılan hiçbir eylem, sonuçlarını, tehlikeleri ya da kimlere zarar verdiğini düşünmek durumunda değildir. Bizleri hata yapmaktan alıkoyan tüm alışageldik düşünsel ve etik önlemler kenara atılır. “Sadece bilirsiniz.” Tıpkı George W. Bush'un Irak'ın işgalinin yapılacak doğru şey olduğunu “sadece bilmiş” olduğu gibi.

Ben dinin tüm kötülüğün kökeni olduğunu düşünmüyorum. Ancak mutlak kesinliğin, büyük bir kısmının kökeni olduğunu düşünüyorum. Hata yapma ihtimalinizi kabul edememek, korkunç şeyler yapmaya giden en kısa yoldur. İnanç, bilinçli olarak, bizleri mutlak kesinlikten koruyan mülahazalaları ve kontrol mekanizmalarını baskılar.

Sorgulamak son derece önemlidir, tıpkı fikirlerimizi adapte edebilmek gibi. Uzun, ama çok uzun bir süre boyunca, inanç yoluyla kabul edilmiş temel varsayım, insanların iki ayrık cinsiyete ayrıldığıydı. Biz trans bireyler, bu incelenmemiş varsayımı korumak adına verilen zarar ve çekilen acıların derinlemesine farkındayız. Birçok durumda incelenmemiş varsayımların tehlikesini, sorgulamanın önemini ve görüşlerimizi gözden geçirmeye açık olmayı kabul ederken; konu tinsel meselelerle ilgili olunca tamamen karşı pozisyona geçip inanca, “sadece bilme”ye kucak açmak neden? Hani mesela, nasıl oluyor da başkaları penisin var diye erkek olduğunuzu ya da vajinanız var diye kadın olduğunuzu “sadece biliyorlar” (“Sağduyu böyle söyler!”) ? Dini görüşleri diğerlerinden ayıran ve onları değerlendirirken farklı standartlar uygulanmasına yol açan nedir? Neden onlara özel bir hürmet gösterelim? Sırf insanların güçlü duyguları var diye mi? Kimileri de translara karşı çok güçlü bir nefret duygusuna sahip.


[Birinci kısmın sonu. Metni toplam dört parça halinde yayınlamayı uygun bulduk.]


1  Yeni Ateizm üyelerinin bazılarının görüşlerine “yeni” hiçbir şey olmadığı düşüncesinden hareketle kendilerine daha uygun gördükleri bir söz.
2  “Abrahamic religion” sözünü “semavi dinler” olarak çeviriyoruz. Çok uygun olmadığını kabul etmekle beraber, Türkiye'de görece genel kabul görmesinden hareketle bu çeviriyi tercih ettik.
3  Burada ve devamında “faith” sözcüğünü “inanç” olarak çevireceğiz.

Tuesday, June 12, 2012

Doğayla dengenin yeniden inşası için “Yeşil Ekonomi” neden yanlış yoldur? Seçeneklerimiz neler? - Pablo Solón Romero




* Bu yazı, Bolivya Birleşmiş Milletler Temsilcisi Pablo Solón Romero'nun yazdığı ve Focus on the Global South sitesinde yayınlanan “Why the Green Economy is a wrong path to restore the equilibrium with nature and what alternatives do we have?” başlıklı makaleden kısaltılarak serbestçe çevrilmiştir.




1992 yılında Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferası'ndan yirmi yıl sonra, ekolojik kriz derinleşmeye devam ediyor. Dünyada hakimiyetini kuran sürdürülemez kalkınma modeli; biyoçeşitlilikte vahim kayıplara, kutuplardaki buz örtüsünün ve dağlardaki kalıcı buzulların erimesine, ormansızlaştırma ve çölleşmede ürkütücü bir artışa ve sıcaklıklarda – bildiğimiz anlamıyla yaşamı tehdit edecek – en az 4ºC'lik bir artışa sebep oldu. Bilim, gezegenimizin 650 000 yıldır içinde bulunduğu durumu değiştirecek bir noktaya geri dönüşü olmayacak şekilde yaklaştığımızı söylüyor.


Birçok kişi, Haziran ayında Rio de Janeiro'da gerçekleşecek Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'nın (Rio +20) Dünya ekosistemleriyle dengenin yeniden kurulması meselesi açısısından bir dönüm noktası fırsatı olduğunu düşünüyor. Ancak Haziran'da kabul edilmek üzere müzakere edilen belge, dünyayı daha adil ve sürdürülebilir bir güzergaha taşımak yerine; “Yeşil Ekonomi” ilüzyonu aracılığıyla doğayı, yaşamı ve ekosistem hizmetlerini metalaştırmak ve finansallaştırmak için yeni pazar mekanizmaları teşvik ediyor.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı (BMÇP) “Yeşil Ekonomi” kavramını; tekrarlanan enerji, iklim, çevre, gıda ve finans krizlerinin sebebinin “sermayenin aşırı ölçüde yanlış tahsis edilmesi” olduğu argümanına dayanarak geliştirmişti. BMÇP analizi böylece doğanın bir sermaye olarak görülmesinde içkin olan sorunları es geçmiş oldu ki asıl bu yaklaşım Dünya'nın kaynaklarının aşırı sömürüsüne yol açmış ve hali hazırda uluslar, toplumlar ve halklar arasındaki şiddetli eşitsizlikleri genişletmektedir.

Yeşil Ekonomi'yi savunanlar; biyoçeşitliliğin korunması, suyun temizlenmesi, bitkilerin tozlaşması, mercan kayalıklarının korunması ve iklim düzenlenmesi için bitkilerin, hayvanların ve ekosistemlerin sağlamakta olduğu ücretsiz hizmetlere birer fiyat biçilmesini vazgeçilmez (ve normal) buluyorlar. Yeşil Ekonomi'nin çalışması için; ekosistemlerin ve biyoçeşitliliğin spesifik işlevlerinin tanımlanması, onlara parasal değer atfedilmesi, mevcut durumlarının değerlendirilmesi, hizmet sunmayı kesecekleri sınırların tespit edilmesi ve her bir çevresel hizmet için bir pazar oluşturmak üzere bu ekosistemlerin korunum masrafına bir fiyat biçilmesi gerekiyor. Yeşil Ekonomi'nin mimarları, pazar mekanizmalarının, “doğanın ekonomik görünmezliğini” yönetmek için güçlü araçlar olduğuna inanıyorlar.

BM Brundtland Raporu'nun (“Ortak Geleceğimiz”) 1987'de yayınlanmasından beri politikacılar, sağlıklı bir çevrenin ve ekonomik büyümenin birbirini desteklemesi fikriyle hareket ettiler. Pratikte ise hükümetler, son 20 yıldır, ekonomik büyümeyi çevreden daha öncelikli görmeye ve sürdürülebilir kalkınma çalışmalarında şirket çıkarlarını ve pazar mekanizmalarını vurgulamaya eğilim gösterdiler.

Farklı ve daha iyi bir gelecek için yeni bir yol

İlk Rio konferansındaki fikirler ve onu takip eden yirmi yılda uygulamaya konan ve güçlendirilen hatalı çözümler, insanlığı ve doğayı bezdirmeye devam eden sosyo-ekonomik ve çevresel sorunları hafifletmekte başarısız oldular. Doğanın metalaştırılması ve özelleştirilmesi için yapılan yeni saldırıyı durdurmak için yapılması gereken, ortak malların savunusu için kendi bölgemizde ve tüm dünyada yapılmakta olan mücadeleyi güçlendirmek ve birbirine bağlamaktır.

Doğa'ya fiyat biçmek yerine, Doğa'nın bir eşya ya da basit bir kaynak sağlayıcı olmadığını ve insanların Doğa'nın bir parçası olduğunu fark etmeliyiz. Dünya yaşayan bir sistemdir, bizim yuvamızdır, birbirine bağımlı varlıkların ve bölümlerin bütününü oluşturduğu bir topluluktur. Doğa kendi bütünlüğünü, karşılıklı ilişkilerini, yeniden üretimini ve dönüşümünü yöneten kurallara sahiptir. Rio+20'de hükümetler bu kuralları tanımalı, onlara itibar etmeli ve onların hüküm sürmesini güvence altına almalıdır.

Pazar kurallarını Doğa'ya uygulamak yerine yapmamız gereken, şu ilkeler ışığında yeni bir sistem oluşturmaktır:
  • her şeyin her şeyle barış, uyum ve denge içinde olması,
  • tamamlayıcılık, dayanışma, eşitlik, sosyal ve çevresel adalet,
  • kolektif refah ve herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanması,
  • insanların neye sahip oldukları değil ne oldukları üzerinden tanınmaları,
  • her türlü sömürgecilik, emperyalizm ve müdahaleciliğin ortadan kaldırılması.
Ekonomik büyümenin gezegensel sınırlarını görmezden gelen yıkıcı kalkınma modelini savunmaya devam edemeyiz.

Yeni teknolojiler, sadece kapitalist güdülerle yürütülen sınırsız ve umarsız ekonomik büyüme anlamına gelmemelidir. Bilimsel gelişmeler bazı durumlarda belirli kalkınma sorunlarına yanıt verilmesine katkıda bulunabilirler ancak Dünya sisteminin doğal sınırlarını göz ardı edemezler.

Her ülke, kendi toplumunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için gereken ürün ve hizmetleri üretmek durumundadır; ancak, hiçbir şekilde, en zengin ülkeleri gezegenin taşıyabileceğinden beş kat daha fazla ekolojik ayakizi sahip olmaya sürükleyen kalkınma güzergahını izleyemezler. Hali hazırda gezegenin kendini yenileme kapasitesi zaten yüzde kırktan fazla oranda aşılmış durumda. Doğa Ana'nın aşırı sömürüsü bu raddede devam ederse 2030 yılında iki gezegene ihtiyacımız olacak.

İnsanların bütünün sadece bir parçasını oluşturduğu karşılıklı bağımlılıklar içeren bir sistemde, sadece insan kısmın haklarını tanıyarak sistemin dengesini korumak mümkün değildir. İnsan haklarını garanti altına almak ve doğayla uyumu yeniden inşa etmek için, Doğa'nın haklarının efektif bir biçimde tanınması ve yürürlüğe konması gerekir.

Seçkinlere ayrıcalık sağlayan bu müsrif ve lüks meraklısı tüketim sistemine son vermeliyiz. Kalkınmış ülkeler, sürdürülemez üretim ve tüketim tarzlarını, kamusal siyaset ve yasalarla olduğu kadar bilinçli aktif toplumsal katılımla (ve özellikle marjinal kesimlerin katılımıyla) hakkaniyetsizlikleri ve eşitsizlikleri hedef alarak değiştirmek zorundadırlar.




Devletler su, eğitim, sağlık, iletişim, ulaşım, enerji ve sanitasyon haklarını garanti altına almalıdırlar. Bu hizmetlerin işletimi kamuya ait olmalı ve verimli sosyal yönetime dayanmalıdır, özel şirketlere değil. Bu hizmetlerin toplumun en fakir ve marjinal kesimlerine adil bir biçimde ulaşmasını güvence altına almak üzere; asli amaç özel kar değil ortak refah olmalıdır. Düzgün beslenme hakkını garanti altına almak için gıda egemenliği siyaseti güçlendirilmelidir, ziraat firmaları değil.


1992 Rio Deklarasyonu'nda inşa edilmiş olan ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluklar çerçevesi altında; sözde kalkınmış ülkeler, Dünya sisteminin bozulmasına en büyük katkıyı yapmaları sebebiyle sahip oldukları tarihsel ekolojik borçlarını kabul etmeli ve ödemelidirler. Bu ekolojik borcu ödeyerek kalkınmış ülkeler kamusal kaynaklardan finans yaratmalı ve ayrıca egemen kalkınmakta olan ülkeler tarafından ihtiyaç duyulan toplumsal ve ekolojik olarak uygun teknolojileri aktarmalıdırlar.

Zengin ve kalkınmış ülkeler, fakir ve kalkınmakta ülkelerde doğanın sömürüsüne ve bozulmasına katkıda bulunacak ticaret anlaşmaları dayatmamalıdırlar.

Kalkınmış ülkelerce savunma, güvenlik ve savaş bütçelerine ayrılan devasa kaynaklar azaltılmalıdır. Aksine, bu kaynaklar iklim değişiminin ve doğayla dengesizliklerin düzeltilmesi için kullanılmalıdır. Kamu kaynaklarından 1.5 trilyon dolar bu faaliyetlere ayrılırken, kalkınmakta olan ülkelerde iklim değişiminin etkilerine yönelik olarak kamu ve özel kaynaklardan epi topu 100 milyar dolar ayrılmış olması bahane kabul etmez.

Bir finansal etkileşim vergisi yaratılarak Sürdürülebilir Kalkınma Fonu oluşturulmalı ve bu fonla kalkınmakta olan ülkelerdeki sürdürülebilir kalkınma zorlukları hedef alınmalıdır. Bu finansman mekanizması kalkınmakta olan ülkeler için yeni, sabit ve ilave kaynaklar yaratmalıdır. Bu mekanizma, olanca saydamlıkla ve yurttaş katılımına dayalı olarak yönetilmeli, kendi kalkınma çerçevelerini ve yöntemlerini değiştirmeyi reddeden uluslararası finans kurumlarına bırakılmamalıdır.

Genler, mikroorganizmalar ve diğer yaşam formları üzerindeki fikri mülkiyet hakları, düşük gelirli kitleler açısından elzem olan gıda egemenliği, biyoçeşitlilik, ilaçlara erişim vb. haklar üzerine bir tehdit oluşturur. Yaşam üzerindeki her türlü fikri mülkiyet ilga edilmelidir.

Krizi karşılamak için gereken küresel yanıt, yapısal değişiklikler gerektiriyor. Kapitalist sistemi değiştirmeliyiz, Dünya sistemini değil.