Bu
yazı, Avustralya'daki Newcastle Herald gazetesinde 18 Ekim 2013 tarihinde “The
ocean is broken”
başlığıyla yayınlanan, Grey Ray'in Ivan Macfadyen'le yaptığı röportajın
çevirisidir.
Out
For Beyond için çeviriyi yapan Feyza'ya teşekkürler.
---
Bu
yolculuğu tüm öncekilerden farklı kılan, sessizlikti.
Tam
olarak sesin yokluğu değil.
Rüzgar
yine yelkenleri savuruyor ve halatların arasında ötüyordu. Dalgalar yine
teknenin fiberglas gövdesine çarpıyordu.
Ve
başka birçok ses daha vardı: Tekne çöp parçalarına çarptıkça gelen boğuk vurma
ve çizilme sesleri.
Eksik
olan şey, önceki tüm yolculuklarda tekneyi saran deniz kuşlarının sesleriydi.
Kuşlar
yoktu, çünkü balıklar da yoktu.
Tam 10
yıl önce, Newcastle’lı yatçı Ivan Macfayden Melbourne’dan Osaka’ya aynı rotadan
giderken, Brisbane ve Japonya arasındaki okyanusta balık tutmak için tek
yapması gereken yemli bir olta atmak olmuştu.
“Yolculuğun o 28 günlük bölümünde
büyükçe bir balık yakalayıp pilavla yemediğimiz tek bir gün olmadı,” diye
anımsıyor Macfayden.
Fakat
bu kez, deniz yolculuğunun o uzun kısmında toplam yalnızca iki balık
tutabildiler.
Ne
balık, ne de kuşlar. Neredeyse hiçbir yaşam belirtisi yoktu.
“Yıllar geçtikçe bütün o kuşlara ve
seslerine alışmıştım. Tekneyi takip ederlerdi, bazen bir süre yelken direğine
konar sonra tekrar uçup giderlerdi. Sürülercesini görürdünüz, uzaklarda deniz
yüzeyi üzerinde uçar ve sardalyalarla beslenirlerdi.”
Ama bu
yılın Mart ve Nisan aylarında, ıssız okyanusta hızla ilerleyen teknesi Funnel
Web’i saran sadece sessizlik ve kasvetti.
Ekvatorun
kuzeyinde, Yeni Gine’nin yukarısında, okyanus gezginleri uzaktaki bir resifte
çalışan büyük bir balıkçı gemisi gördüler.
“Bütün gün oradaydı, ileri geri taradı
denizin dibini. Büyük bir gemiydi, ana gemi gibi,” diyor Macfayden.
Ve
gemi bütün gece çalıştı, büyük projektör ışıkları altında. Sabah Macfayden,
yardımcısının telaşla geminin suya bir sürat teknesi indirdiğini seslenişiyle
uyandı.
“Tabii ki endişelendim. Silahsızdık ve
bu sularda korsanlar gerçek bir tehdit oluşturuyor. Eğer bu adamların silahı
varsa başımız büyük dertte diye düşündüm.”
Ancak
gelenler korsan değildi, en azından alıştığımız anlamda. Sürat teknesi
yaklaştı, ve içindeki Melanezyalılar meyve ve reçel kavanozlarından oluşan hediyeler
sundular.
“Ve bize beş büyük çuval dolusu balık
verdiler. Çeşit çeşit güzel, büyük balıklardı. Bazıları tazeydi, ama bazıları
belli ki bir süredir güneş altında kalmıştı.”
“Onlara bütün bu balıkları kullanmamızın
mümkün olmadığını söyledik. Sadece iki kişiydik, ve hepsini saklayacak ya da
depolayacak doğru düzgün bir yerimiz yoktu. Onlarsa omuzlarını silkip
kullanmadıklarımızı denize dökmemizi söylediler. Kendileri öyle yaparmış.”
“Bunların bir günlük yan avın çok küçük
bir bölümü olduğunu söylediler. Yalnızca orkinosla ilgilendiklerini, geri kalan
her şeyin onlara göre çöp olduğunu söylediler. Hepsi öldürülüp çöpe atılıyordu.
Gece gündüz o kayalığı trolleyip yaşayan ne varsa söküp aldılar.”
Macfayden’in
içini üzüntü kapladı. Bu, ufkun ötesinde görünmeden çalışan sayısız balıkçı
gemisinden sadece biriydi, ve çoğu aynı şeyi yapıyordu.
Tabii
ki deniz ölmüştü. Tabii ki yemli oltaları hiçbir şey yakalamıyordu. Yakalanacak
hiçbir şey yoktu.
Eğer
bu iç karartıcı geliyorsa, daha da kötüsü var.
Yolculuğun
bir sonraki kısmı Osaka’dan San Francisco’yaydı, ve bu yolculuğun çoğu boyunca
içlerindeki kasvete mide bulandırıcı bir dehşet ve biraz da korku karıştı.
“Japonya’dan ayrıldıktan sonra, sanki
okyanusun kendisi ölmüş gibiydi,” diyor Macfayden.
“Neredeyse hiçbir canlı görmedik. Bir
tane balina gördük, yüzeyde aciz bir şekilde yuvarlanıyordu ve başında büyük
bir şişlik vardı. Bayağı rahatsız ediciydi.
“Hayatım boyunca okyanusta çok mil
katettim, ve kaplumbağalar, yunuslar, köpek balıkları, beslenen büyük kuş
grupları görmeye alışığım. Ama bu sefer 3000 deniz mili boyunca görülecek
hiçbir canlı yoktu.”
Kaybolan
yaşamın yerinde şaşırtıcı miktarlarda çöp vardı.
“Bir kısmı iki yıl önce Japonya’yı vuran
tsunaminin sonucuydu. Dalga kara üzerine geldi, inanılmaz bir miktar yük alıp
denize taşıdı. Ve taşıdıkları hala burada, baktığınız her yerde.”
Birleşik
Devletler’e olan yolculuk için Hawaii’de tekneye binen Ivan’ın kardeşi Glenn,
“binlerce ve binlerce” sarı plastik şamandıraya hayret etti. Sentetik halat,
balık ağı ve oltalardan oluşan kocaman düğümler. Milyonlarca polistiren köpük
parçası. Ve her yerde yağ ve petrol tabakaları.
Ölümcül
dalga tarafından koparılmış ve hala denizin ortasında kablolarını peşlerinden
sürükleyen sayısız tahta elektrik direği var.
“Eskiden, rüzgarsızlıktan yavaşladığında
motorunu başlatıverir öyle devam ederdin,” diyor Ivan.
Bu kez
değil.
“Birçok yerde, pervanemize halat ve
kablo yığınları dolanır diye korktuğumuzdan motorumuzu çalıştıramadık. Okyanus
ortasında bu duyulmamış şeydir.
“Eğer motoru çalıştırmaya karar
verdiysek bunu gece yapamazdık, sadece gündüz ve teknenin başında biri çöplere
dikkat ederken yapardık.
“Hawaii’nin yukarısındaki sularda
teknenin baş tarafından suyun derinliklerine kadar görebilirsiniz. Çöplüğün
sadece yüzeyde olmadığını, aşağılara kadar indiğini gördüm. Ve her boyda çöp
var, meşrubat şişesinden büyük bir araba veya kamyon boyunda parçalara kadar.
“Ucu sudan dışarı çıkan bir fabrika
bacası gördük, yüzeyin altında hala kazan gibi bir şeye bağlıydı. Dalgaların üzerinde
öylesine yuvarlanan konteyner gibi bir şey gördük.
“Atık parçalarının etrafından dolanıp
durduk. Bir çöplüğün arasından yol almak gibiydi.
“Güvertenin altında sürekli bir şeylerin
teknenin gövdesine çarptığı duyuluyordu, ve sürekli çok büyük bir şeye
çarpmaktan korkuyordunuz. Gövdenin her tarafı görmediğimiz parçalar yüzünden
çizilmiş ve içine göçmüştü.”
Plastik
her yerdeydi. Şişeler, torbalar ve hayal edebileceğiniz her türlü atılabilir ev
araç gereci; kırık sandalyelerden faraş, oyuncak ve kaplara kadar.
Ve bir
şey daha. Teknenin yıllarca deniz ve güneşten solmayan göz alıcı sarı boyası,
Japonya tarafındaki sularda bir şeyle reaksiyona girip garip ve daha önce
görülmemiş bir şekilde parlaklığını yitirdi.
Newcastle’a
dönüşünden sonra, Ivan Macfayden hala yolculuğun verdiği şok ve dehşeti
kabullenmeye çalışıyor.
“Okyanus bozulmuş,” diyor, inanamazlık
içinde başını sallayarak.
Problemin
büyüklüğünün, ve hiçbir örgüt veya hükümetin bu konuda bir şey yapmak ister
gibi görünmediğinin farkına varan Macfayden, fikir arayışı içinde.
Yardım
edebilecekleri ümidiyle hükümet bakanlarına yönelik lobi faaliyeti yürütmeyi
planlıyor.
Daha
acil olarak, Avustralya’nın başlıca okyanus yarışlarının organizatörleriyle
görüşüp, gönüllü yatçıların çöp ve deniz yaşamını denetlediği uluslararası bir
projeye katılmalarını sağlayarak yatçıların desteğini almaya çalışacak.
Macfayden
bu projeye ABD’deyken, yatçılardan günlük bir form doldurmalarını ve radyasyon
testi için örnek toplamalarını isteyen Amerikalı akademisyenlerin isteğine
cevaben katıldı. Radyasyon, Japonya’daki tsunaminin ve bunu takip eden nükleer
santral arızasının ardından ciddi bir endişe.
“Onlara neden bir filonun gidip
kirliliği temizlemesini talep etmediğimizi sordum,” diyor Macfayden.
“Ama bu işi yapmak işin yakılacak
yakıtın çevreye vereceği zararın çöpleri olduğu yerde bırakmaktan daha kötü
olacağını hesapladıklarını söylediler.”