Thursday, February 28, 2013

4 + 4 + 4 Dinselleşen Eğitim Sisteminin Zararları – Bölüm 2


Yazımızın 1. Bölümünü okumak için tıklayınız…


Bugün gelinen noktada, “4+4+4” adı verilmiş olan yeni eğitim sistemiyle, din eğitimi 1982 Anayasası’nın da ötesine geçirilmiş, yalnızca “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” gibi dayanaksız bir isme sahip bir dersle yetinilmeyip, ilköğretimde “Arapça” ve ortaöğretimde de “Temel Dini Bilgiler”, “Kuran-ı Kerim” ve “Hz. Muhammed’in Hayatı” dersleri eklenerek ilk ve orta öğretim öğrencilerine aralıksız olarak din bilgisi verilmesi amaçlanmıştır [1]. Buradaki, “din bilgisi” ifadesinden kasıt, elbette ki İslam dininin Sünni mezhebine dair teolojik bilgilerdir. Bunun kanıtlarından birini, 9. sınıflar için hazırlanmış “Hz. Muhammed’in Hayatı” ders kitabından bir alıntıda bulabiliriz:

Peygamber Efendimiz hayâyı imanla ilişkilendirmekte, hayâ ve imanın ayrılmaz bir bütün olduğunu belirtmektedir. O, bu konuda, “Gerçekten hayâ ile iman bütün olarak her ikisi birbirine bağlıdır. Bunlardan biri kaldırılınca, diğeri de kalkar.” buyurmaktadır. Bu hadisten de anlaşılacağı üzere hayâ ile iman bir birine sımsıkı bağlıdır. Birincisinin olmadığı yerde ikincisinin de ortadan kalkması gibi bir tehlike söz konusudur.” [2]


Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Niyazi Altunya’nın ifadelerine de paralel bir biçimde, ahlak ve utanma duygusu imanla bağdaştırılmakta, biri olmadan diğerinin de olmayacağı fikri vurgulanmaktadır.

Bu öğretim programının sıkıntılarından bir diğeri de bugüne dek Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet eliyle verilmiş tüm din derslerinde olduğu gibi, “Kuran-ı Kerim Dersi”nde de kitabın (kendine has bir dilinin olması gibi akla mantığa sığmayan sebeplerle) Arapçasının okutulmasına karar verilmiş olmasıdır. Oysa ki bir insanın, Kuran-ı Kerim’i veya kutsal sayılsın sayılmasın başka herhangi bir kitabı tüm kapsamıyla anlayabilmesi için, onu, vakıf olduğu bir dilde ve içeriğini tamamen sindirebileceği bir yaşta okuması gerekir. Müfredatta yer alan (seçmeli) Arapça derslerinde muhtemelen bu seviyeye ulaşamayacak olan öğrencilerin Kuran-ı Kerim’i anlamasının değil ezberlemesinin istendiği ortadadır.Bu durum ayan beyan ifade edilmiş, hatta yine 9. sınıflar için hazırlanmış olan “Kuran-ı Kerim Dersi” öğretim materyalinin 85. sayfasında da “Sure Öğretimini Kolaylaştıracak Bazı İlkeler” başlığı altında, öğrencilerin bu sureleri nasıl daha iyi “ezberleyeceklerine” dair ipuçları sıralanmıştır [3].Dahası, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer de, 7 Nisan 2012 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında, öğrencilerin “okuduklarını anlamayacaklarını” itiraf etmiştir:

Ancak Meclis hüküm getirdi. Kuran ve Peygamberimizin Hayatı’nın öğretilmesi. Biz bunu ortaokulda ve lisede öğreteceğiz. Biz Türkçe gibi Kuran okumayı öğreteceğiz. Zaten şu anda Arapça seçimli. Arapça öğretmeyeceğiz. Arapça lisanıyla Arap alfabesine dayalı Kuran okuma ayrı. Yani çocuk Arap harfleriyle bir kelimeyi okumayı öğrenecek ama okuduğu şey Kuran olacak. Bir müfredat oluşturacağız. Okuyacak ama anlamayacak. Zaten Kuran okuyanların büyük bölümü anlamazlar onu bir kutsal bir kitap olarak okurlar. [4]

4+4+4” eğitim sisteminin tek sorunu, elbette ki eğitimi daha da fazla dinselleştirmesi değildir. Eğitim sistemini kökten değiştiren bu düzenlemenin, sermayenin emek piyasasına ilişkini talepleri doğrultusunda ve onları karşılamak için gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulursa, dile getirilen tüm bu sakıncaların, değişikliğin savunucuları tarafından neden hiç önemsenmediği sorusu da yanıt bulacaktır.

Sadece ilk kademe için doğabilecek onlarca sorun vardır. 5-5,5 yaşlarındaki öğrencilerin kalem tutmaya müsait olmayan kemik ve kas yapısı [5], verilen komutları anlamakta ve uygulamakta başarısız olmalarına sebep olan bilişsel gelişim yetersizlikleri [5], ikinci dört yılın ortaöğretim kapsamına alınmasıyla temel eğitimin fiili olarak 3 yıla indirilmiş olması ve yine 5. sınıftan itibaren derslerin branş öğretmenleri tarafından verilmesi kararıyla açıkta kalan veya yetersiz olmasına rağmen açıkta kalmamak için sağlıksız meslek ve eğitim koşullarına katlanmak zorunda kalan öğretmenler, derslik yetersizlikleri yüzünden farklı seviyelerde olmalarına rağmen aynı sınıfta ders görmek zorunda kalan öğrenciler ve daha nice sorun, bu eğitim sisteminin, baştan aşağı bir ideolojik yeniden yapılanmanın bir parçası olduğunun kanıtıdır. Örnekleri daha da somutlaştırmak için bu sorunlardan şikayetçi olmalarına rağmen ana akım medyada kendilerine ya çok az yer ayrılmış ya da hiç yer ayrılmamış olan eğitimcilerin ve velilerin yorumlarına yer vermek iyi olacaktır.

Örneğin Eğitim Emekçileri Sendikası yaptığı birçok açıklamada, çocuğun bilişsel ve kişilik gelişimi üzerine yapılan çalışmalar sonucu tespit edilen yaş kuşaklarına veya dönemlendirmeye uymayan yeni eğitim yapılanmasının, kesintili ve dışarıdan eğitim ile çocuk gelinlerin ve çocuk işçiliğinin artmasına sebep olacağını vurgulamıştır. Meclise sunulan ilk öneride, ilk kademeden sonra yani 9 yaşından sonra velinin isteğine bağlı çocuğun örgün eğitimden çekilebilmesine olanak veren düzenleme, gelen tepkilerden sonra ancak ikinci kademenin bitişine yani 12-13 yaşına çekilmiştir. Fakat yine Eğitim – Sen’in raporlarında, çocuk gelinlerin ağırlıklı olarak 13, 14, 15 [6] yaşında olduğu düşünülürse yasal olarak kız çocuklarının ya eve kapatılması ya da evlendirilmesinin önün açılmış olduğu belirtilmektedir.

21 Eylül 2012 tarihinde haber.sol.org.tr adresinde yayınlanan bir röportajda, Tokat Eğitim-Sen Başkanı Ertan Uysal’ın değinileri, bu sistemin özel eğitimin özgün ihtiyaçlarını bile hesaba katmadığını gösteriyor:

özel eğitim okullarında din kültürü derslerinin varlığı tartışılırken seçmeli olarak din derslerinin eklenmesi ve zorunlu seçtirilmesi bilimsel açıdan büyük bir sorun. Temelde müzik, resim ve beden eğitimi derslerine daha çok ihtiyacı olan bu okul öğrencilerine dayatılan son durum tam da ortaçağ karanlığına benzemektedir.” [7]

Bu röportajdan çok daha önce, 2 Nisan 2012’de Hürriyet gazetesinde çıkan habere göre ise TBMM’ye, çoğunluğu annelerden oluşan velilerden mektup yağdı. Gönderilen mektuplarda öne çıkan noktalar ise bu yazıda değindiklerimizden çok da farklı değil:

- Henüz özbakım becerilerini kazanmamış çocuğumun, kişisel ihtiyaçlarını kendi başına beceremediğinde kendine güveninin sarsılmasını ve değersizleştirilmesini istemiyorum.
- 5 yaşındaki çocuğumun, tek başına servisten inip eve girmesini istemiyorum.
- Çocuğumun, yıllık eğitim programını yetiştirmek zorunda olan sınıf öğretmeninin zorlamalarına maruz kalmasını istemiyorum.
- 5 yaşındaki çocuğumun kocaman bilinmez bir alanda yalnız kalmasını istemiyorum.
- 5 yaşındaki çocuğumun 12 – 13 yaşındaki abi ve ablaları ile aynı alanda risklere açık olarak bulunmasını istemiyorum.
- 7 yaş çocuğu dahi 1. sınıfta zorlanırken 5 yaşındaki çocuğumun ilkokula başlamasını istemiyorum.

- 5 yaşındaki çocuğumun, tek başına servisten inip eve girmesini istemiyorum.
- Çocuğumun, yıllık eğitim programını yetiştirmek zorunda olan sınıf öğretmeninin zorlamalarına maruz kalmasını istemiyorum.
- 5 yaşındaki çocuğumun kocaman bilinmez bir alanda yalnız kalmasını istemiyorum.
- 5 yaşındaki çocuğumun 12 – 13 yaşındaki abi ve ablaları ile aynı alanda risklere açık olarak bulunmasını istemiyorum.
- 7 yaş çocuğu dahi 1. sınıfta zorlanırken 5 yaşındaki çocuğumun ilkokula başlamasını istemiyorum. [8]

Eğitimin dinselleşmesi, büyük bir sorundur. Bu eğitimin aynı zamanda sağlıksız, uygunsuz bir biçimde yürütülmesi, bir kar topunu çığa dönüştürebilir. Bunun önüne geçilmesi için çok geç olmadan harekete geçilmesi, üstelik yalnızca eğitim işlerinde değil, devletin her kademesinden dinin izlerinin silinmesi gerekiyor.

Özgür Düşünce Hareketi olarak tüm sayılan nedenlerle kimi önemli değişiklikler yapılması gerektiğini düşünüyoruz:


  1. Eğitim-öğretimin karma olarak yürütülmesinden hiçbir şart altında vazgeçilmemeli. İki cinsin birbirine din perçeminden bakması cinsiyet eşitsizliğinin ve kadına yönelik şiddetin önemli kaynaklarından biridir. Dahası, kadın ve erkeğin kategorik olarak birbirinden ayrıldığı bir ortamda yetişen çocuklar, trans kimlikleri anlamlandırmakta zorlanacak, doğal olarak transfobik olmaya şartlanacaklardır.
  2. Din bilgisi, tarih bölümü altında dinler tarihi ve onun da altında İslam dini şeklinde özelleşerek olmalıdır. Eğer din eğitimcileri yetiştirilecekse lisans eğitimi üzerine pedagojik eğitim de verilen bir program oluşturulmalıdır.
  3. Yukarıda açmaya çalıştığımız zararlar nedeniyle, seçilmiş bir dinin uygulama eğitimi olan İmam – Hatip ortaokulları ve liseleri kapatılmalıdır.
  4. Zorunlu ve sözde seçmeli din eğitimi dersleri kalkmalı, reşit olmamış bireye verilmemelidir.
  5. Yeni yayınlanan “kılık-kıyafet” yönetmeliğinde kız çocuklarına küçük yaştan itibaren türban dayatılmasını teşvik eden düzenleme geri çekilmelidir.

Kaynaklar:
1. Talim ve Terbiye Kurulu Öğretim Programları: http://ttkb.meb.gov.tr/www/ogretim-programlari/icerik/72

2. Ortaöğretim “Hz. Muhammed’in Hayatı” 9. Sınıf Öğretim Materyali: http://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/kitaplar/hzmuhammedinhayati_9.pdf – s. 41.
3. Ortaöğretim “Kur´an-ı Kerim” 9. Sınıf Öğretim Materyali: http://ttkb.meb.gov.tr/dosyalar/kitaplar/kuran%C4%B1kerim_9.pdf – s. 85
4. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20293658.asp
5. http://www.ttb.org.tr/kutuphane/okulabaslama.pdf
6. http://www.egitimsen.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=217&sube=0#.UQZLPx3VdHJ
7. http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/444-sistemi-tokatta-da-bircok-sorunla-basladi-haberi-59890
8. http://siyaset.milliyet.com.tr/tbmm-ye-4-4-4-sikayeti-yagdi/siyaset/siyasetdetay/02.04.2012/1522766/default.htm



Özgür Düşünce Hareketi - Ocak 2013

Saturday, February 23, 2013

4 + 4 + 4 Dinselleşen Eğitim Sisteminin Zararları – Bölüm 1




Türkiye’de eğitim sorunları” dendiği zaman, akla belki de yüzlerce alt başlık gelir. Bunların en sonuncusu ise, bilindiği gibi, “4+4+4” şeklinde kısaltılan, eğitimin dörder yıl arayla kesintiye uğratılarak verilmesini öngören sistemdir. Ancak, son sistemi ve beraberinde getirdiği garabetleri anlamak için, öncelikle ve kısaca, eğitim sistemine ve bu sistemin işleyişine dair bilgi edinmek gerekir.



AKP iktidarının eğitim alanındaki zorlamasının Türkiye’nin bir bütün olarak dinselleştirilmesinin bir parçası olduğu açık. AKP’nin birçok şeyin üst üste gelmesiyle sağladığı yükselişi, ülkenin kimi noktalarda yapısal dönüşüme tabi tutulmasını mümkün kıldı. Bu durum AKP ekibinin hem arzusu hem de vaadi olarak görülebilir. Ortadoğu’daki bölgesel değişimle birlikte devlet paradigmaları/ ideolojileri de değişmeliydi ve bu değişim oku, mevcut olan kazanımların gerisini gösteriyordu.

AKP’nin icraatları, hükümet olduğu ilk günden bugüne bu değişim doğrultusunu tutturmaya yönelik oldu. Dolayısıyla eğitim alanına müdahale de son uygulama ile ortaya çıkmadı. Yıllardır ihtiyaç olduğu itiraf edilmesine rağmen [1], ciddi sayıda öğretmeni açıkta bırakan öğretmen ataması sınırlamasına karşın, din bilgisi öğretmeni  kadrosunun binlerle açılması ve bunların büyük çoğunluğunun okul idari kadrolarına alınması, nasıl bir eğitimci profili hedeflediklerinin somut göstergesidir. Eğitimcilerin halihazırda gözlemleyebildikleri gibi, bu durumu da müfredat değişiklikleri, İmam Hatip Liseleri’nin meslek lisesi statüsünden çıkarılması, her okula bir mescit yapılması, bilimsel araştırmalarda merkezi rol üstlenen ve popüler bilim yayıncılığının yapıldığı TÜBİTAK’ın kadrolarının değiştirilmesi, üniversite rektör atamalarında oylama sonuçlarına riayet edilmemesi gibi sayısız adım izledi.

Tabii, AKP’nin hedeflerini gerçekleştirmesini olanaklı hale getiren yolun taşları, cumhuriyetin kazanımlarını biçen, gerici yanlarını sağlamlaştıran iktidarlar tarafından döşendi. AKP iktidarı, Türkiye’deki eğitime “öldürücü darbeyi” vurma şerefine nail oldu. Çürümüşlüğün kökleri, çok daha derinde.

Türkiye, o günden bugüne dek iki askeri darbe, iki de çok önemli muhtıra atlattı; hatta bu muhtıralardan birisi de internetten verilmişti. Ancak, bunlardan hiçbiri, Türkiye Cumhuriyeti eğitim sistemine, 12 Eylül 1980 darbesinden daha büyük bir zarar vermedi. Çünkü bu darbe, eğitim ve öğretim sürecinde hiç olmaması gereken, ama fazlasıyla stratejik bir noktaya, ilkokullara ve ortaokullara din eğitimini devlet eliyle yerleştirdi. 1982 Anayasası’nın din ve vicdan hürriyetiyle ilgili 24. maddesinden alıntılayacak olursak:

…Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.” [2]

Bu madde, resmi eğitim ve öğrenimde yer almaması gereken bir unsuru sisteme doğrudan doğruya dahil etmekle kalmıyor, aynı zamanda, “…küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır” ifadesiyle, küçük yaştaki çocukların yasadışı din kurslarına gönderilmelerinin yolunu resmi olarak açıyordu.

Burada biraz durup soluklanalım ve şu sorunun cevabını arayalım: Eğitimin dinselleşmesi neden zararlıdır? Fakat bundan önce, biraz eğitim ve çocuk gelişimi ilişkisine bakmamız gerekiyor.

Çeşitli bilim insanlarının ortaya attığı çeşitli gelişim kuramları vardır; Bruner, Freud, Piaget, Erikson, Kohlberg, Vygotsky… Eğitim sistemlerinde çocuklara öğretilecek şeylerin içeriği de bu gelişim kuramcılarının, psikologların, pedagogların ve psikanalizcilerin bulgularına uygun olarak düzenlenmelidir. Aslında bu, halk arasında, “çocuğun seviyesine uygunluk” olarak bilinen kıstası karşılayabilmek için de gerek şarttır. Bu bilim insanları, bir çocuğun gelişimini açıklayabilmek için çocuğun büyüme çağlarını dönemlere bölerler. Örneğin, Erikson’ın “Birinci Evre” adını verdiği 1-3 yaş arası döneme, Freud, “Oral Dönem” adını vermiştir. Her ne kadar isimler farklı olsa da, bu kuramların hepsi aşağı yukarı aynı şeye işaret eder: eğitim, çocuğun bilişsel ve fiziksel gelişimine göre verilmelidir.

Erikson’ın tanımladığı haliyle üçüncü evre veya “Girişime Karşı Suçluluk” evresi, Freud’un verdiği isimle Fallik Dönem veya Piaget’nin daha geniş açıdan gösterdiği haliyle “İşlem Öncesi Dönem”, çocukların örgün eğitime başlamalarından hemen önceki döneme tekabül eder. Bu dönemin sonunda, çocukların kemik ve kas yapıları (kalemi düzgün tutabilme, tuvalet eğitimi vb.) ve bilişsel aktivitelerdeki becerileri (komut alma, beş duyusuyla algıladığı verileri beyinde işleyebilme vb.) örgün eğitime asgari düzeyde uygun hale gelir. Bu dönemde, ayrıca, dış dünyanın keşfedilmesi ve orada kendine uygun gördüğü yer gibi, güçlülük-zayıflık, büyüklük-küçüklük ilişkisi kurulmaya başlar. Bununla birlikte, çocuk, cinsel organları tanımaya ve onlara ilgi göstermeye meyillidir. Bir çocuğun örgün eğitime başlayabileceği ve verilen eğitimi verimli bir biçimde sindirebileceği yaş, en erken, 6-6,5 yaştır [3]. 6 – 11 yaş arası döneme de Piaget tarafından, “Somut İşlem Dönemi” adı verilmiştir, ki bu da bizi sorduğumuz soruya geri götürür: Eğitimin dinselleşmesi neden zararlıdır? Bu konu, kısaca, üç maddede incelenebilir:

  1. Az önce bahsettiğimiz 6 – 11 yaş aralığında, yani Somut İşlem Dönemi’nde, çocuklar yalnızca somut kavramları içselleştirebilirler. Basit sorunlara basit çözümler getirebilirler, verilen komutları gayet iyi anlayıp gereken eylemi gerçekleştirebilirler. Yapamayacakları şey ise soyut kavramlar üzerine düşünmek ve eyleme geçmektir.
Bu dönemdeki bir çocuğa elmalardan, oyuncaklardan, arabalardan veya akla gelebilecek somut her şeyden bahsedilebilir; ama bu dönemde çocuk, tanrı, cennet ve cehennem, şeytan, cinler gibi doğaüstü, soyut kavramları anlamlandıramaz. Dolayısıyla, bu çocuk, sağlıklı bir bilişsel gelişime sahip olmayacaktır. Çünkü onu her an izleyen, yaptığı her şeyi bir kenara not eden; ancak kendisinin göremediği, duyamadığı, dokunamadığı bir şey tarafından cezalandırılacağı düşüncesiyle, çocuk, eli kolu bağlanmış, çaresiz ve korkmuş bir birey olarak büyüyecektir. Bunun yanında, dış dünyayı keşfetmeye başlayan çocuk, dinin yarattığı baskı ve korkuyla, kendisine emredildiğine inandırıldığı şeyleri yapmadığında veya yasaklanan şeyleri ister istemez gerçekleştirdiğinde, büyük bir suçluluk duygusuna kapılacaktır. Bu suçluluk duygusu, dış dünyayla sürekli olarak iletişim halinde olması gereken çocuğun daha da içine kapanık hale gelmesine sebep olacaktır.
Soyut işlem dönemi (11+) ise insanın bilişsel becerilerinin gelişimi için kritik bir evredir. Bu dönemde, özellikle ileri işlem olan, eleştirel düşünce becerilerinin kazanılması gerekmektedir. Dolayısıyla sorgulanamaz, dogmatik fikirlerin mutlak ve tek doğru olarak belletilmesi, eleştirel yaklaşım ve alternatif üretme gibi önemli bilişsel becerilere ket vurulmasına neden olacaktır.

  1. Devlet eliyle verilen din eğitimi yoluyla eğitimin dinselleşmesinin ortaya çıkardığı zararlardan biri de, bilinçli olarak yaratılan yanılgıların altında yatmaktadır. 1982 Anayasası ile örgün eğitimin içine giren “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi, sanki ahlak, din sayesinde var olabilecek bir kavrammış gibi gösterilmiştir. Halbuki, kısacık bir akıl yürütmeyle bile çürütülebilecek olan bu önerme, günümüzde de bilinçli bir biçimde zihinlere yerleştirilen bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Bu konuda, Niyazi Altunya’nın, “75 Yılda Eğitim” adlı derlemedeki “Türkiye Cumhuriyeti’nde Din Eğitimi” başlıklı makalesinden bir paragrafı alıntılamakta fayda var:
…anayasa bu dersi ‘kültür ve öğretim’ kavramları ile nitelemeye çalışmış, belirli bir dinden söz etmemiştir. Ama ‘perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’ uygulama bu dersi, İslam dininin bir mezhebine özgülenmiş, ‘ahlak’ konuları dinsel temele oturtulup o da büyük ölçüde sınırlanmıştır. Devlet başkanının, ‘zaten öğrencilerin yüzde doksan dokuzu bu dersi okuyordu’ gerekçesi, insan haklarına çoğunluk hegemonyasının egemen olabileceği gibi, çağdışı bir anlayışı simgelemiştir. Böylece, devlet gözetiminde belirli bir dinin, mezhebin ya da ‘Türk-İslam Sentezi’ adı verilen bilimsel temelden yoksun bir ideolojik hattın okutulabileceği anlaşılmıştır.” [4]
Altunya’nın da belirttiği gibi, zorunlu din dersleri yoluyla, “ahlak” kavramının sınırları, İslam dininin tek bir mezhebiyle (Sünnilik) daraltılmış ve içi boşaltılmıştır. Bu yolla, hem “dini olmayanın ahlakı da olmaz” şeklindeki tamamen mesnetsiz bir önerme, bir gerçekmiş gibi zihinlere sokulmuş hem de ne din ne de ahlak eğitimi doğru düzgün verilebilmiştir.

  1. Laiklik ve sekülerleşme, bireyin dini inancına karışılmamasının yanı sıra, toplumsal ve siyasal yaşamın dini kurumlar tarafından (veya dini kurallar doğrultusunda) düzenlenmemesi ve evrensel değer ve bilginin belirleyici olduğu temeline oturur. Tarih boyunca insan hakları sorgulanmış, dönüşüme uğramış, bilimsel bilginin açtığı ufuk sayesinde dogmatik düşünce eski defterlerde kalmıştır. Bu durum, aydınlanmayı ve geniş halk kitlelerinin iktidarla mücadelesinde dinsel öğretiye mesafe koyma, dünyevileşme sürecini doğurmuştur.
Özünde bütün dinsel öğretiler, kendi dönemlerine özgü ve yereldir. Bu nedenle insanlığın tarihsel ilerleyişinde evrensel değerlerle çelişen birçok yan biriktirirler. Modern toplumun ürünü ve toplumsal gelişmenin temeli olan yaygın ve zorunlu eğitim, insanların eşitliğini ve temel haklarını gözetecek, kendini gerçekleştirebilmesi için mevcut bilgi birikimine ulaşmasına ve eleştirel düşünce becerisini kazanabilmesine olanak sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Dinselleşen eğitim böyle bir çerçeveyi dışlar çünkü seçilen dine göre kutsal olanın belirleyiciliği vardır.
Türkiye özelinde dinselleşme eğilimlerinin nasıl sonuçlar doğuracağını evrim kuramı üzerinden uzun süredir deneyimliyoruz. Bu, “bilimsel bilgiye rağmen” durumu, yeni din dersleriyle katlanarak artacak. Örneğin, Temel Dini Bilgiler dersine bakınca, “evrendeki hassas denge”, “kusursuz insan”, “amaçlı yaratılış” gibi dini inanç ve düşüncelerin, ünite kazanımları içinde yer aldığını görebiliyoruz. Bu ifadeler, bilimsel yöntem sonucunda ulaşılan kanıtlara dayanmamaktadır ve hatta bu kanıtlarla çelişmektedir. Yine aynı derste, “insanın yaratılış amacının Allah’a kulluk etmek” olduğu kazanımının ya da “Günlük Hayatta İslami Kurallar” ünitesindeki giyim kuşam alt başlığının yaratacağı “ideal insan” düşüncesi ve yaşantısı, modern toplumun değerlerini kabul etmeyecektir. Ayrıca, bu derslerin içeriği diğer derslerin içerikleriyle çatıştığında, diğer derslerdeki değer ve bilgilerin sansürlendiği/sansürleneceği de açıktır.



Kaynaklar:
1. http://web.tbmm.gov.tr/gelenkagitlar/metinler/157027.pdf
2. 1982 Anayasası: https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/gerekceli_1982_anayasasi.pdf – Madde 24
3. http://www.ttb.org.tr/kutuphane/okulabaslama.pdf
4. “Türkiye Cumhuriyeti’nde Din Eğitimi”, Dr. Niyazi Altunya

Friday, February 15, 2013

Ateistler! Yalnız ve yanlış değilsiniz!

 

Bir dini inanca sahip olmanın çekiciliği, bireyin inanmayı ve gereklerini yerine getirmeyi seçmiş olduğu inanç sisteminden edindiği (veya edindiğini düşündüğü) kazanımlardan gelir. Dini inançların kökeni ise insanın evrimsel süreçte gelişen beyninin, doğada gözlemleyip anlam veremediği olgulardan doğan korkularına yine kendi hayal gücünün yardımıyla ürettiği cevaplara dayanır. Sosyal bir canlı olan insan, mensup olduğu topluluk düzeyinde de çeşitli korkular yaşamış; bunları denetim altına alabilmek için de yine doğaüstü açıklamalara başvurmuştur. Bu bağlamda, özellikle de toplu halde gerçekleştirilen ritüeller nedeniyle geçmişte önemli bir kullanım alanı bulmuş olan doğaüstü inanç sistemleri, zamanla çok daha baskılayıcı bir güce sahip olan örgütlü dinlere dönüşerek bugüne kadar süregelmişlerdir.

Bireysel özgürlüklerin sınırlı, toplumsal baskıların ise bir o kadar güçlü olduğu az gelişmiş toplumlarda, bireyin destek olarak arkasına aldığını hissettiği kişilerin sayısı ve gücü, onun için önemli bir kazanım olabilir. Böylesi toplumlarda yaşam mücadelesi de ağır olacağı için güven ve hayatta kalma uğraşı, diğer her şeyin üstünde yer alacaktır. Sonuçta da toplumdaki baskın akım her neyse, yani kalabalığın savunduğu fikir veya inanç hangi yönelimdeyse; insanların çocukluk döneminden itibaren bu akımlara rağbet etmesi, dahası bilinçli olarak da buna sürekli özendirilmesi kaçınılmazdır. Bu, kökleri biyolojik ve düşünsel evrimimize dayanan doğal bir güdüdür. Fakat bilindiği gibi, doğada hiçbir canlının yaşam koşulları aynı kalmaz. Sorulması gereken soru şudur: Bu “kalabalığı arkasına alma ve gruptan kopmama” güdüsü, insan türünün bugüne kadar hayatta kalmasını sağlamış olan en önemli özelliklerinden birisini; yani “gözlemlediklerini sorgulama ve kanıt arama arzusunu” köreltiyorsa, gerçekten de bir kazanım mıdır? Burada Gandhi’nin ünlü sözünü hatırlamak yerinde olur: “Tek kişilik azınlık bile olsan, gerçek hala gerçektir.



Şartlar değişiyor…


Toplumdan dışlanma kaygısı her ne kadar hakim gücünü koruyor olsa da, artık bilimin popülerleştiği ve bilgiye ulaşmanın eskisine göre çok daha kolay hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar artık doğal afet ve hastalıkların tanrıların gazabı olmadığını biliyor; ortaya atılan iddiaların doğruluğunu rahatlıkla araştırabiliyor; merak ettiği konuları sorgulayıp bilgi edinebileceği kaynaklara ulaşabiliyor. Kısaca doğada “anlam veremediği” olguların sayısı gitgide azalıyor. En azından birçok insan için bu böyle… Dolayısıyla doğaüstü açıklamalara dayalı köhne dini inançlar, yavaş da olsa bir körelme sürecine girmiş bulunuyor. Sorgulayan ve edindiği verileri harmanlayan; yani destekçileri ile değil, kendi fikirleriyle var olmayı seçen insanlar artıyor. Nitekim bunun gerçek kazanımları da artıyor. Düşünsel tutarlılığını ve doğruluğunu korumak isteyenlerin sayısındaki bu artış, her geçen gün daha da umut verici hale geliyor.




Baskı unsurlarının farkına varmak…


Fakat bütün bu olumlu gelişmeler, ürkütücü bir muhafazakarlaşma sürecinin yaşandığı ülkemizde yine de gruptan kopmama güdüsünü yok etmeye yetmeyebiliyor; yetse bile sonuçlarına katlanmak her zaman o kadar kolay olmayabiliyor.


Bizler, toplumda yaşayan ateist* ve agnostikler olarak, çoğunluğun seçtiği dine (ve dahası, hiçbir doğaüstü açıklamaya) inanmadığımız, üstelik bir de onları eleştirdiğimiz; ortak dini (ve dolayısıyla da toplumsal) ritüellere iştirak etmediğimiz için haksızca yargılanabiliyoruz. Üstelik sadece sessizce yargılanmakla kalmıyor; hem psikolojik, hem de fiziksel şiddete maruz kalma tehlikesi ile karşılaşabiliyoruz. Doğal olgular hakkında bilimsel ve felsefi dayanağı olan fikirlere sahip olduğumuz için inançlı kişiler tarafından yanlış anlaşılabiliyoruz. Ateizm kavramını çoğu zaman çarpık bir ön yargı sistemiyle yargılayan ve karşısındaki kişiyi sırf inançsız olduğu için tanımak dahi istemeyen bir kalabalıkla mücadele etmemiz gerekiyor. Ahlaksızlıkla, tüm insani değerlerin yıkılmasını istemekle, yanlış yöne sapmış olmak ve dini bütün “iyi” insanları da doğru yoldan saptırmaya çalışmakla, şeytana ya da putlara tapmak gibi daha da ilgisiz yönelimlere sahip olmakla suçlanabiliyoruz. Hatta bunun fitili, zaman zaman bizzat ülkeyi yöneten siyasetçiler tarafından ateşleniyor. Halka bir “makbul olmayan vatandaş” örneği olarak sunuluyor, aşağılanıyor ve hatta nefret suçu sayılması gereken şiddet eylemlerine hedef gösteriliyoruz. Bu yargıların yersiz, haksız ve her şeyden öte ayrımcılık yaratan nitelikte olmaları da çoğu zaman bir fark yaratmıyor.


Değer verilen insanların sevgi ve güvenini kaybetme endişesi, bu baskı unsurlarından belki de en basit ve zararsız gibi görüneni olmakla birlikte, aslında en güçlüsü. Örneğin bir annenin, biricik evladının cehenneme gideceğine inanması veya sırf inançsız olduğu için onun kötü bir insan olduğunu düşünüp kahrolması, kuşkusuz her iki taraf için de zor koşullar yaratan bir durum. Bir dine inanmadığı için sürekli olarak davranışları ve fikirleri sorgulanan, yargılanan, inanmadığı bir şeye inanmaya zorlanan, dini ritülellere katılma baskısı yaşatılan, hatta bazen bunlara iştirak etmek istemediği için cezalandırılan bir birey; kendisini güvende hissetmesi gereken aile ortamında dahi dışlanmışlık ve düşmanlık hissedebiliyor. Ailesine ve sevdiklerine karşı dürüst olabilse bile, bu sefer de bir diğer toplumsal gereklilik olan profesyonel hayatında sorun yaşayabiliyor.


Bu ve benzeri örneklerin sayısı artırılabilir; farklı ortamlarda daha da başka risklerle karşılaşılması da muhtemeldir. Ayrıca bu durum herkes için aynı düzeyde ve biçimde gerçekleşmeyebilir de. Ancak açıkça ortada olan bir şey var ki o da şu: Toplumda kendilerini halen bir azınlık olarak hisseden ateist/agnostikler, uygun koşulları bulamadıkları takdirde, var olan bütün bu baskı unsurları nedeniyle gerçek kimlikleriyle ortaya çıkmaktan; yani kendileriyle ilgili bu çok önemli bilgiyi dile getirmekten kaçınmayı tercih edebiliyor. Bunca baskıya maruz kalan bir ateist, bazen ortada hiçbir risk bulunmasa bile, artık girdiği her ortamda benliğinin ve düşünsel kimliğinin bu çok önemli parçasını gizlemeyi alışkanlık haline getirip, toplumda bir hayalet olarak yaşamayı kanıksayabiliyor. Öyle ki, bir süre sonra bu maskeyi takarak geliştirdiği her ilişkinin koca bir yalan üzerine kurulu olduğunu bile idrak edemeyecek kadar kendisine (ve sevdiklerine) yabancılaşabiliyor.

 


Peki, ne yapmalıyız?


Özgür Düşünce Hareketi olarak, en başta baskılayıcı unsurların kaynağı olan toplumsal ön yargıların kırılması ve maske takmanın yarattığı bütün olumsuz etkilerin yok edilmesi adına; ateist/agnostiklerin saklandıkları yerden çıkmaları gerektiğini savunuyoruz. Çünkü ortaya çıkmazsanız, sizi kimse gerçekten göremez.


Fakat bunu yaparken, mevcut koşulları akıllıca değerlendirmenin de bir o kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyoruz. Bu değerlendirme, kişinin kendi değer terazilerine bağlıdır ve yukarıda kısaca değinilen baskı unsurları, terazinin ayarlarını bozmuş olabilir. Ayarları düzeltirken, yaşam kalitemizi ciddi ölçüde düşürecek gereksiz risklere girmek şüphesiz anlamsızdır. Bu ortaya çıkış eylemine en değer verdiğimiz insanlarla başlamamız iyi bir ilk adım olabilir. Kendimizle ilgili böylesine önemli bir bilgiyi onlardan saklamanın ne kendimize, ne de onlara karşı dürüst bir davranış olmayabileceğini göz önünde bulundurmamız gerekir.



Önyargıları nasıl kıracağız?


Aslında her şey, çok basit bir gerçeğin fark edilmesinde yatıyor: İnsanlar, bilmedikleri ve anlayamadıkları şeylerden dolayı kendilerini tehdit altında hissedebilir. Çoğu dindar kişi için dinsizlik, tam da böyle bir bilinmeyendir ve sözünü ettiğimiz türden ön yargılar yaratabilir. Ateistlerle ilgili böylesi olumsuz ve hatalı ön yargıları zihnine yerleştirmiş olan bir kişi, onları haksız çıkaracak bir örnekle karşılaşana kadar da aynı tutumu sürdürmeyi tercih edecektir. Ama bu kişi, hayatında değerli bir yere sahip olan birinin dinsiz olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, dinsizleri hedef alan her hakaretin ve söylemin de aslında bizzat bu insana yöneltildiğini fark edecektir; ne de olsa karşısında tanıdığı, sevdiği, saygı duyduğu ve hatta belki de örnek aldığı bir kişi vardır. “Ateist” kelimesi artık karanlık bir gizemi değil, aşina olunan bir insanı tanımlar hale gelecektir. Özetle ön yargıların yok olmasını istiyorsak, bunu sağlamanın en sağlıklı ve etkili yolu “ortaya çıkmak” olacaktır.


Sakin ama mantıksal tutarlılığa sahip bir üslup gözetilerek yapılan fikir tartışmaları, tarafların kendi düşüncelerini sorgulamasını sağlar ve her ikisi için de kazanımlıdır. Örneğin doğaüstü bir güce neden inanmadığımızı veya dinleri neden sorguladığımızı  insanlara anlatmak ve konuşmayı karşılıklı bir fikir alışverişi halinde devam ettirmek; onların bizim bakış açımızı anlamaları açısından faydalıdır. Bu arada biz de, karşımızdaki insanın kendi inançlarını gerçekte nelere dayandırdığını öğrenmiş olur, akılcı ve bilimsel bir konuşma üslubuyla tartışmalarımızı yürütürken kendi zihnimizdeki fikirleri de tekrar tartma fırsatı buluruz.



Koşullarımızı kendimiz yaratalım!


Maskeleri bir kenara bırakmak sadece önemli değil, gereklidir de. İnançlarımızı hangi sebeple terk etmiş olursak olalım, hepimizin ortaya çıkmasındaki başlıca etken, buna elverişli koşulları bulabilmiş olmamızdır. Ortaya çıkmamızın bir diğer önemli kazanımı tam da bu; yani sosyal ortamı kendisinden farklı düşünen insanlarla çevrili olan her ateiste/agnostiğe gönderdiğimiz “yalnız ve/ya yanlış değilsin” mesajıdır. İnsanlara, kendileriyle aynı dili konuşan ve ortak duyguları paylaşan kişilerden meydana gelen güvenli bir ortam hazırlamak; dayanışma gösteren bir topluluk inşa etmek; böylesi bir ortamı oluşturmaya emek harcamak; ve hepsinden önemlisi, dini inanca sahip olmaksızın da anlamlı ve mutlu hayatlar sürdürülebileceğinin canlı örnekleri olmak; belki de başkalarına yapacağımız en büyük iyiliktir.


Kendimizi başkalarına tanıtırken benliğimizin böylesine önemli bir gerçeğini perdelememiz ve yakınlarımızla bile sahte bir maske arkasından konuşmaya devam etmemiz sadece bizi değil, bizimle benzer durumdaki insanları da olumsuz yönde etkileyebilir. Ortaya çıkma cesareti gösterenlerin sayısı arttıkça ve bu yolla toplumdaki ön yargılar kırıldıkça, saklanmayı seçen her ateist için de bir ortaya çıkma umudu doğmuş olacaktır.



Övünülecek çok şeyimiz var!


Bir insanın dünyadan elde ettiği verilerden ne tür çıkarımlar yaptığı ve bunların ışığında kendisine nasıl bir bakış açısı geliştirdiği önemlidir. Dolayısıyla neye inanıp neye inanmadığı, yaşam ve ölüm gibi olgulara nasıl yaklaştığı, eylemlerini veya ahlaki değerlerini yönlendiren etkenlerin neler olduğu vb. hususlar önemlidir. Merak duygusunu canlı tutarak kendisine sunulan verileri sorgulamak ve kanıta dayalı cevaplar aramak, buradan hareket ederek de her türlü akılcı düşünceyi ve mantıksal çıkarımı yok sayan dini dogmaları reddetmek; insan denen canlının en doğal ve övgüyü hak eden özelliklerinden birisidir. Bu özelliğin saklanması değil, haklı değerine kavuşturulması gerekir. Sadece bu bile, ateistlerin ortaya çıkmasını savunmak için yeterlidir.


Bu yüzden gelin artık saklanmayalım! Bu değerlerimizi, göğsümüzü gere gere açığa vuralım. Üstelik bunu sadece kendimiz için değil, ortaya çıkmaya korkan herkes için yapalım. Bu çağrı, sesimizin ulaştığı her ateiste/agnostiğe bir umut ışığı ve davet mesajı olsun!







İşte bunun için size minik bir başlangıç önerisi: Dünyada ve ülkenizde kaç tane ateist olduğunu görmek, daha önemlisi “ben de varım” demek için Atheist Census projesine katılabilirsiniz. Bunun için sadece birkaç soruya cevap vermeniz yeterli. Ama unutmayın ki sayılar önemli olsa da,  esas önemli olan gerçek hayatta ortaya çıkmaktır.


* Yazıda geçen ateist kelimesi, hiçbir ilaha, tanrıya ve doğaüstü yaratıcıya inanmayan tüm dinsizleri kapsamaktadır.

Saturday, February 9, 2013

Karar alma süreçlerinde katılımcılık ve oydaşma: Kolaylaştırıcı




Giriş

Bu yazıda ve takip eden yazılarda, beraber çalışan, birbirini ikna etmeyi ve kolektif olarak uygulanacak kararlar almayı hedefleyen, yani bir takım oluşturan gruplardan bahsedecek, karar alma süreçlerinde katılımcılık ve oydaşma sağlamanın çeşitli yöntemlerine değineceğiz. Eğer bir takımda ve daha iyisi bir toplumsal harekette faaliyet yürütüyorsanız, ayrıca hoşgeldiniz. Eğer takımınızda oydaşmayı hedefliyorsanız, pek çok hoşgeldiniz.

Önce sözcük seçimiyle ilgili bir parantez açalım. Oydaşma, İngilizce'de consensus, eski Türkçe'de mutabakat olarak geçiyor. Aynı anlama gelmek üzere oy birliği ve fikir birliği de kullanılıyor. Bunların hiçbirine itirazımız yok. Biz oydaşma sözcüğünü seçiyoruz çünkü bir süreç içerisinde kişilerin ortaklaştıkları bir fikri inşa etmesi anlamını daha güçlü olarak verdiği kanısındayız. Parantezi kapatıyoruz.

Katılımcılık ve oydaşmanın faydalarını savunmakla sözü uzatmayalım. Öte yandan, oydaşma talep edildiğinde bu talepte bulunanları “gerçekçiliğe” davet eden, bu çabanın yaratacağı zaman ve enerji israfına işaret edip ve verimlilik vurgusu yapan okuyucularımız kısa bir açıklamayı hak ediyorlar.1

Malesef, hayal olmadan eylem olmuyor.

Sorun, oydaşmanın kendisiyle ilgili bir peşin hükümde gizli. Oydaşmanın kendiliğinden oluşmasını bekleyen bir gruptaysanız ve saçınızı başınızı yoluyorsanız, kesinlikle haklısınız.

Bir konuyu tartışan kişiler, kendiliklerinden oydaşmaya varmazlar. Oydaşma, inşa edilmelidir.

Bu ve ileriki yazılarda oydaşmaya erişmek için kullanılabilecek bazı araçları işleyeceğiz.2 Temel tezimiz şu: Bir milyon kişinin oydaşmaya varmasının imkansızlığını “hatırlatıp” bunu bahane ederek 30 kişinin oydaşmaya çalışmasının gereksiz olduğunu öne süren argümanı anlamıyoruz. Gerçek, doğrudan, katılımcı demokrasi için, onu inşa etmeye emek vermek gerekiyor. Hayal olmadan eylem olmadığı gibi, aşçı olmadan da börek yenemiyor.

Son söylediklerimizden de anlaşılabileceği üzere, yazı boyunca “grup” veya “takım” dediğimizde, büyük ölçüde, bir toplumsal hareketi, bir şeyleri değiştirmek için bir araya gelmiş insanları kast ediyor olacağız.

Bir tartışmayı katılımcı bir şekilde oydaşmaya taşımakla gönüllü ve sorumlu kişiye, kolaylaştırıcı diyeceğiz. Grubun büyüklüğüne ve tartışılacak konuya göre, birden fazla kolaylaştırıcı olması da mümkün.

Dikkat. Toplantı yöneticisinden değil, kolaylaştırıcıdan bahsediyoruz. Tartışmacılara söz verecek ve yeri geldiğinde oylama yaptıracak bir moderatör bulmak kolaydır. Grup birbirine saygı duyan katılımcılardan oluşuyorsa, bir oyuncak ayıyı moderatör ilan edebilir, onu elinde tutanın konuşmasını ve diğer üyelerin susmasını önerebilirsiniz. (İlginç bir şekilde, 10-30 kişilik gruplarda bu yöntem çok işe yarayabiliyor.)


Nasıl bir kolaylaştırıcılık?

  1. Kolektif zihin

Kolaylaştırıcının süreci kolaylaştıracağına, hem grubun hem de bizzat kendinin ikna olması gerekir. Bunu sağlamak için
  • kolaylaştırıcının toplantının yöntemine kendi başına karar vermesindense, toplantı öncesinde grubun tamamının süreci kararlaştırması ve kolaylaştırıcıya bu yöntemi çalıştırma görevini vermesi
faydalı olabilir. Böylece toplantıyı aksatacak “usüle dair” müdahaleleri de önlemiş oluruz.

Burada bir parantez açıp, ileride “Verimli Toplantılar” metninde derinleştireceğimiz bir hususa değinelim. Toplantının yöntemini ve programını toplantıdan önce belirlemekte fayda var. Bir bina inşa edecekken, cümbür cemaat şantiye alanına gidip mimarlık projesini orada hep beraber çizmeye kalkmanın, sonra da kimin çimentoyu karacağını, kimin kiremit bulup getireceğini belirlemenin manası yok. Bunların önceden tasarlanması, onca insanın bir araya geldikleri zamanı daha verimli kullanmasını sağlayacaktır. Parantezi kapatıyoruz.

Ayrıca
  • kolaylaştırıcı, toplantının başında yöntemi, planı ve programı hatırlatmalı ve tüm katılımcıların onayını alarak başlamalıdır. Bu hatırlatma ile, karar alma sürecinin sıfır noktası belirlenmiş olur. (bkz. 2) Aktif ve taşıyıcı müdahale)

Bu öneriler sayesinde grup olarak kolaylaştırıcının kolektif zihni temsil ettiğine daha fazla ikna olabiliriz. Öte yandan kolaylaştırıcı da buna ikna olmalıdır. Örneğin, kişisel görüşlerini mutlaka söylemesi ve tartışmaya aktif dahil olması gerektiğini hissettiği bir oturumda, kolaylaştırıcılık görevini bir başkasına devretmeyi seçebilir. Dolayısıyla,

  • özellikle politik tartışmaların yapılacağı veya grup için hassas konuların konuşulacağı toplantılarda birden fazla kişinin kolaylaştırıcılık görevini üstlenmeleri iyi olabilir. Bu gönüllüler böylece kendi aralarında bir görev paylaşımı yaparak, hem karar alma sürecine katkı koyabilir hem de tartışmanın verimliliğini sağlayabilirler.


  1. Aktif ve taşıyıcı müdahale

Oydaşma, kararın tartışma süresince inşa edilmesini gerektirir, başında ya da sonunda değil. Aktif ve taşıyıcı müdahale bunu sağlamayı amaçlar. Klasik olarak uygulanan yöntemi hatırlayalım: Öneriler alınır; önerilerle ilgili lehte ve aleyhte görüşler dinlenir; moderatör bir noktada münazarayı durdurur; öneriler oylanır. Bu, aktif ve taşıyıcı olmayan kolaylaştırıcılığın güzel bir örneğidir. Bu örnekte, ortaklaşılan noktalar ileri taşınmadıkları için, ilerleme sadece oylamanın sonucuna bağlıdır. Eğer öneri reddedilirse, saatler sonucunda hiçbir yere ulaşılamadığı gibi, grup kamplaşmış ve yerinde saymak yüzünden herkes diğer kampı suçluyor olacaktır. Oysa bizler, anlaşmazlıkları akılda tutmak kaydıyla, tüm grubun hali hazırda mutabık kaldığı hususları kaydederek, ciddi görüş ayrılıklarının olduğu ortamlardan bile birçok karar çıkarabiliriz.

Bunun için kolaylaştırıcı

  • tüm katılımcıların göreceği bir tahtaya ya da sunum kağıdına (flip-chart) söylenenleri anahtar sözcükler halinde not edebilir,
  • bir katılımcının yorumunun grup için açık olmadığını hissettiğinde netleştirme talep edebilir,
  • tartışmanın çeşitli noktalarında, söylenmiş olanları hızlıca gruba hatırlatabilir,
  • eğer grubun ortaklaştığını düşündüğü konular görüyorsa, bunları karara çevirmek üzere şunları deneyebilir
    • hali hazırda dile getirilmiş bir öneriye, grubun onay verip vermediğini sormak
    • çeşitli fikirleri sentezleyerek herkesin içine sinebilecek bir öneri sunmak
  • alınan kararları, görüşlerden ayrıştıracak şekilde ayrı bir tahtaya ya da sunum kağıdına not edebilir.

Tüm bunlarla ayrıca grup olarak, ilk kısımda değindiğimiz sıfır noktasından nereye gelmiş olduğumuzu da net bir biçimde görebilir olacağız. Böylece sadece kendi sözümüzü değil, toplantının gidişatını da hep gözümüzün önünde tutabileceğiz.

Buraya kadar daha ziyade taşıyıcılığa vurgu yaptık. Kısaca aktif sözcüğünü de açalım. Oydaşmanın şartlarından biri de katılımcılıktır. Sadece iki kişinin konuştuğu, diğerlerinin kafa salladıkları bir “oydaşma”, bugünkü parlamentolardan bile daha az katılımcı olur. Bunun için

  • kolaylaştırıcı görüş bildirmemiş olanları takip edip onları tartışmaya katılmaya teşvik edebilir,3
  • grubun özel katılımcılık kararları varsa sözü buna göre dağıtabilir (söz almada toplumsal cinsiyet dengesi vb.)


  1. Sentezleyici ve ayrıştırıcı tutum

Korkulanın aksine, kişilerin karşıt görüşlerinin olması ortak bir karar almalarına engel değildir. Hatta birçok durumda, görüşlerinden taviz vermelerine bile gerek yoktur. Gerçek görüş ayrılığını net bir biçimde ortaya koyduğumuzda çoğunlukla göreceğiz ki aslında bu görüşleri içeren bir sentez öneri, uzun ve verimsiz tartışmaları önleyebilir.

Sentezleyici ve ayrıştırıcı tutumla kolaylaştırıcı bizlere bir tam gün kazandırabilir.

  • Önce tüm grubun tartışmadaki görüş ayrılığını berrak bir biçimde görmesini sağlamakla başlayabiliriz. Tartışmanın yapıcı olmayan bir noktaya gittiğini gözlemleyen kolaylaştırıcı, tartışmayı kesip tarafların görüşlerini kısaca özetleyebilir ve özetini onlara teyid ettirebilir. (Örneğin: “Benim anladığıma göre A, belediyelerden para alabileceğimizi çünkü onların kamusal kurumlar olduğunu savunuyor. Doğru mu? … Öte yandan B, belediyelerden para almamızın faaliyetlerimizi onların onayına sunmak olacağını savunuyor. Doğru anlamış mıyım?”)
  • İkinci olarak, bu kişilerin tartışmalarına izin vermeden önce, diğer katılımcılara dönüp, bu çatışkıyı herkesin içine sinecek şekilde çözecek önerisi olan biri olup olmadığını sorabilir. Belki de yaratıcı bir öneri, süreci çok hızlandıracaktır.

Bazı tartışmaları kısa kesmemekte fayda olduğunu ve hatta bazı ayrışmaların gerçekten de grup içinde çözümü olmadığını kabul ediyoruz. Burada bu tartışmaları geçiştirmeyi ya da hasır altı etmeyi önermiyoruz. Özellikle birbirini yeni tanımakta olan gruplarda böyle münazaların bizzat gruba çok olumlu etkileri olabilir. Öte yandan, zaten bir amaç uğruna ve belirli ilkeler çerçevesinde bir araya gelmiş gruplarda ortak akla erişmek (buna emek verdiğimiz takdirde) mümkün olabiliyor.

  • Tüm oturumu kitleyecek bir anlaşmazlık durumunda kolaylaştırıcı katılımcılara tartışmayı sürdürüp sürdürmemeleri gerektiğini danışabilir.
    • Örneğin grup, bu konuyu kapsamlı bir biçimde konuşmak üzere bir tartışma platformu oluşturulmasına karar verip diğer konulara geçmeyi seçebilir – özellikle de eğer bu anlaşmazlık toplantının diğer gündem maddelerini bağlamayacaksa.
    • Ya da grup bu konuyu çok önemli bulabilir. Bu durumda kolaylaştırıcı toplantının akışının bundan etkileneceğini hatırlatmalıdır. Büyük bir heyecanla saatlerce bir konuyu tartışıp sonra diğer konuları da alelacele karara bağlamaya kalkışmaktansa, daha baştan programı yeniden düşünmeyi seçmek ve bazı başlıkları gönül rahatlığıyla ertelemek tartışmamızı da huzurlulaştırabilir.
  • Bazen tartışma öyle kızışır ki, kolaylaştırıcılık imkansız hale gelir. Böyle bir durumda kolaylaştırıcı, hemen 10-15 dakikalık bir ara verebilir. Bu, bir bakıma “küçük gruplara bölünme”, bir bakıma da “serbest tartışma” işine yarayacaktır. Söz alıp söz vermekle debelenmek yerine, herkesin hep bir ağızdan konuştuğu bir çay molası, birçok detayı hızlıca çözüme bağlayabilir.

Tüm bunların yanında, kolaylaştırıcı, sıklıkla tüm konuşulanları sentezleyen öneriler ortaya atmayı seçebilir. Bu öneriler kabul görmeseler bile, neden kabul görmediklerini fark etmek tartışmayı yapıcı bir noktaya taşıyabilir.

Burada bir uyarıda bulunalım. Sentezleyici derken, bir tavizler silsilesinden değil, gerçekten de iki tarafın da taleplerini içeren önerilerden bahsediyoruz. (Yukarıdaki belediyeler örneğinde, A ve B'nin dertleri “faaliyetlerde bağımsızlık” ve “mali sıkıntıların çözülmesi”dir. Bunu “belediyeden para almak/almamak” yanlış ikilemine sıkıştırmak yerine örneğin dernek, vakıf veya sendikalardan destek aranmasını önermek işe yarayabilir.) Yani, “biraz A biraz B” bir öneriden değil “hem A hem B” olan ama “ne A ne B olmayan” bir üçüncü bir fikirden bahsediyoruz. Bunu bulmanın kolay olmadığı doğru, ama arayan gözler için imkansız da değil.

Kısacası kolaylaştırıcı; hem sapla samanı ayırarak “herhangi” bir konunun değil herkesin gözü önünde ve belirgin bir konunun tartışılmasını sağlayabilir, hem de çeşitli görüşleri içeren önerilerle tartışmayı yapıcı bir hatta taşıyabilir.




Bu yazıda katılımcılık ve oydaşmaya sadece “kolaylaştırıcı” açısından yaklaştık. Sonraki yazılarda; yapılandırılmış tartışma, verimli toplantılar ve şiddetsiz iletişim konularına değinmeyi umuyoruz.





1 Öncelikle, bazı konular gerçekten de daha çok zaman ayrılmasını gerektiriyorlar: Bir yasayı birkaç saatte çıkaran bir parlamentoya sahip bir ülkede yaşıyoruz. Bu yasaların büyük çoğunun hiç kabul edilmemeleri kabul edilmelerinden iyidir. Verimlilik illa ki olumlu bir anlama gelmiyor. Ama bizim konumuz bu değil.
2 Amerika'yı baştan keşfetmeye gerek yok; söyleyeceklerimizin çoğu, çeşitli informel eğitim kaynaklarında dağınık veya düzenli olarak bulunabilir. Örneğin Şiddetsizlik sayfası.
3Bunun büyük gruplarda (30 kişiden fazla) denenmesinin anlamsız olduğu aşikar. Büyük gruplar konusuna ileriki yazılarda değineceğiz.