Sunday, August 26, 2012

İklim Krizinde Neler Oluyor?


(Küresel iklim krizi - güncel gelişmeler 4)

Yaklaşık bir yıldır, küresel iklim değişimiyle ilgili gelişmeleri ve güncel bilimsel makaleleri takip ediyoruz ve okuyucularımızla paylaşıyoruz. (Bu konudaki geçmiş yazılarımıza Yazı dizileri'nden ulaşabilirsiniz. Ayrıca, konuya hızlı bir giriş için The Guardian'ın hazırlamış olduğu interaktif tabloya göz atabilirsiniz.) Bu metinde de, yüzlerce makale içerisinden en önemli bulduklarımızı özetleyeceğiz.

Dünyada ve Türkiye'de, küresel iklim değişiminin gerektirdiği toplumsal iradenin sağlanamadığını görüyoruz., Dahası ekonomik kriz, terör vb. bahanelerle toplumsal karar alma mekanizmaları hepten toplumdışılaşıyor. Sistemin bekası, iklim krizini derinleştiriyor. Hidroelektrik, nükleer ve termik santraller; yerel ve ulusal muhalefete rağmen inşa ediliyor. Öte yandan Peru'dan Doğu Karadeniz'e, Kamboçya'dan Ege'ye kadar dünyanın dört bir yanında toplumlar yoğun baskılara rağmen ekolojik bir toplumun inşası için mücadele ediyor, hepimize umut aşılıyorlar.1
Biz şimdi parti yapıyoruz, çocuklar! Ama merak etmeyin sarhoş olan siz olacaksınız.  

  1. Tek gerçekçi çözüm

Arkadaşınızı ziyaretten dönüyorsunuz. Muhabbete daldığınız için saat çok geç olmuş, hava kararmış. Ertesi gün erken kalkacağınız için hızlı adımlarla yürüyorsunuz. Sokağın başında anahtarınızı çıkarıyorsunuz, acele işe şeytan karışıyor, anahtarı yere düşürüyorsunuz – tam da çalışmayan sokak lambasının altında. Telaşlanıyorsunuz, çünkü başka anahtarınız yok. Tam aranırken, komşunuzla karşılaşıyorsunuz, o da size yardımcı olmaya çalışıyor. İlk yirmi dakikanın ardından soluklanmak için doğrulduğunuzda, komşunuzun anahtarınızı yolun karşısında aradığını fark ediyorsunuz. Anahtarı bu tarafta düşürdüğünüzü açıklamaya çalışıyorsunuz. Komşunuz oradaki lambanın çalışmadığını, bu yüzden orada anahtar bulmanın imkansız olduğunu söylüyor, sizi de iki ötedeki sokak lambasının altına yönlendiriyor. Aklınız almıyor, anahtarınızı tam olarak burada kaybettiğinizi söylüyorsunuz. Komşunuz sizi hayalperestlikle suçluyor. Hatta bu sırada bulmuş olduğu bozuk para, başka bir anahtar vb. eşyayı göstererek sizi gerçekçi olmaya davet ediyor. Saat gece yarısını geçiyor, komşunuz bir yandan yerde bulduğu öteberiden bahsederken bir yandan sizi suçluyor. Yoksa bu bir kabus mu?
"yeşil  (açgözlü) ekonomiyi reddediyoruz"

Bizlerin ekolojik krizle mücadele ederken tartışmak durumunda olduğumuz nükleerci, teknolojici, yeşil ekonomici vb. taifesi de kabus olabilir mi? Kar hırsıyla düzenlenmiş ve buna göre hareket eden sistemin bize dayattığı gıda, enerji ve yaşam tarzından kurtulmaya mecbur olduğumuzu nasıl anlatabiliriz?

Suni gübrelemenin son 50 yıl içerisinde atmosferdeki azotlu gazların artışında önemli bir etki olduğu gösterildi. Ayrıca bilim insanları karbon salımlarını azaltmak için daha az et yenmesini öneriyorlar. Hatta Nisan ayında yayınlanan bir makale, küresel ısınma konusunda doğrudan ekonomik büyümeyi suçluyor. Birleşmiş Milletler'in Rio+20 olarak anılan Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'nda ise hükümetler, gezegeni çoktan boşlamış olduklarını ilan ettiler. İklim değişiminin yıkıcı sonuçlarından kaçınmak için atmosferdeki karbondioksit miktarını milyonda 350 parçacığa indirmek gerekiyor; Kyoto Protokolü vb. ile azaltılacağı iddia edilen bu oran azalmak bir yana, salımlar artmaya devam ediyor, karbondioksit oranı şu anda dünya genelinde 395'i buluyor (ve Kuzey Kutbu'ndaki ölçümlerde 400'ü dahi aşmış durumda).

Tek gerçekçi çözüm, ısrarla kendini dayatıyor.


  1. Son dört ayın bilançosu
Grönland buz kütlesindeki erime

Ekosistemler alarm veriyor.

İngiltere'den ve ABD'den bilim insanları büyük bir açlık krizinin yolda olduğunu belirtirlerken, gıda fiyatları hızla yükseliyor.

Antarktika'daki en soğuk okyanus katmanı azalıyor, azalmanın son kırk yılda %60 olduğu hesaplanıyor; Grönland'daki dehşet verici erimeden ise Türkiye medyasında bile bahsedildi. Dahası, hem Kuzey Kutbu ikliminin hem de Antarktika buz örtüsünün, sanılandan daha hassas oldukları tespit ediliyor. Tüm bunların sonucunda dünya okyanus sıcaklarında artış gözlemleniyor.

Dünyanın her yerinde yağış rekorları kırılıyor. Örneğin ABD'de (Washington ve Oregon), İngiltere'de, İsveç'te, Ukrayna'da, Japonya'da, Çin'de ve Bangladeş'te.2 Türkiye'de de durum farklı değil. (örneğin Aydın, Muğla ve Marmara bölgesinde)
Okyanus sıcaklıklarındaki artışlar

Yağışlarla beraber sıcaklık rekorları da birbirini izliyor. Almanya ve İtalya'da, Bulgaristan'da, Fransa'da ve ABD'nin 15 bin yerinde sıcaklık rekorları kırıldı. ABD'de Haziran ayında kuraklık rekoru da kırıldı. Türkiye tabii ki bu süreçten muaf değil. (örneğin Niğde, Artvin, Urfa ve Ankara'da)
Küresel sıcaklıklar da şiddetle alarm veriyor: Mayıs kayıt altındaki en sıcak ikinci ay olurken, Haziran'da da dördüncü en sıcak ay ölçüldü.

İklim değiştikçe, aşırı hava olayları aşırı olmaktan çıkıyorlar. Hem sel baskınları hem de kuraklık artıyor. Üstelik şu anda sanayileşme-öncesi dönemin seragazı salımlarının etkileri sürüyor.

Ekolojik kriz, ekonomik krize ne kadar da benziyor: Science'ta yayınlananan bir makaleye göre, kurak alanlar kuraklaşırken nemli alanlar daha da nemleniyor! (Tanıdık geliyor mu?)


  1. Önümüzde neler var?

Örnek olsun diye listeliyoruz: Geçtiğimiz dört ay içerisinde, küresel ısınmanın ve iklim değişiminin tundralara, bitkilerin gelişimine, okyanus sıcaklıklarına, Avrupa dağlarının bitki örtüsüne, Güney Asya yaz musonuna, parazitlere, kelebeklere, deniz seviyelerine, ormanlara ve göllere etkilerini inceleyen bilimsel makaleler yayınlandı. Her bir makale, durumun önceki verilere kıyasla daha kötü olduğunu ilan ediyor.

En büyük kitlesel yok oluştan belini doğrultmak, gezegenin 10 milyon yılını aldı. Üstelik bugünün iklimi, karbondioksit artışına, geçen 12 milyon yıla kıyasla çok daha hassas.

Bilim insanları, Nature dergisinde yayınlanan bir ortak makalede dünyayı burnumuzun dibindeki devrilme noktasına karşı uyarıyorlar.3

Şimdi insanla doğa arasındaki toplumsal çelişkiyi çözmenin, kapitalist sistemin yerine adil ekolojik yaşamı koymanın zamanıdır. Ekolojik krize karşı kavgamız (temel fizik-kimya bilgilerimiz gereği) son kavgamızdır artık.
- Bu türler kar getirmiyor, bu yüzden onları dünyadan atıyoruz.
- Eee, her şey parayla mı ölçülüyor?
- Tabii canım, mesela biz bokböcekleri olmasa dünya bokunda boğulurdu.



1 Temmuz ayında, bölgede yapılması planlanan maden projesine karşı çıkan Peru Cajamarca halkına polis saldırdı, beş gösterici katledildi. 25 Nisan'da, yasadışı kerestecilik ve ormansızlaştırmalara karşı mücadele eden Chut Wutty, askeri polis tarafından vurularak öldürüldü.
2  Sel baskınları Japonya'da 50 bin kişiyi yerinden etti, 10 kişiyi öldürdü. Çin'de aşırı yağışlar 37 kişinin ölümüne yol açtı. Bangladeş'te ise 70 kişi ölürken 200 bin kişi mahsur kaldı. The Guardian'da yayınlanan Bangladeş fotoğrafları için tıklayın.
3  Devrilme noktasıyla ilgili, Leo Murray'in harikulade animasyonunu izleyebilirsiniz.

Thursday, August 23, 2012

Dinlerin Kökeni Sorusu




0) Açılış

Bu yazıyla, iki hususu amaçlıyoruz. Öncelikle; ateistlerin komünistleri neden ciddiye alması gerektiğine dair başlamış olduğumuz tartışmayı geliştirmeyi amaçlıyoruz. Ateist çevrelerde yer yer kafa karışıklığına yol açan "insanın doğası", "ahlak", "etik" vb. kavramlarla ilgili marksizmin sunduğu açıklamanın ilham verici olduğunu düşünüyoruz. Bu, birinci amacımız.

Hazırlıksız okuyucu için, Joel Kovel'in Doğanın Düşmanı kitabına Marx ve Darwin'i karşılaştırarak başlaması şaşırtıcı olacaktır. Ekolojik krizle ilgili sınıfsal bir çerçeve sunan bir kitabın giriş bölümlerini Darwin'e ayırması, zarif bir yaklaşımın sonucudur. Bu da bizi ikinci amacımıza getiriyor: Dinlerin özü ve gelişimiyle ilgili bir tartışmanın, materyalist dünya görüşünü örneklemek için uygun olacağı kanısındayız.

Bu metin, amaçlarına uygun olarak, görece soyut bir metin olacak. Öte yandan, nihayetinde, bugüne kadar söylenmemiş bir fikir sunmayacağımızın bilinciyle, teorik bir sunuş yerine örneklerden soyutlama yolunu tercih edeceğiz.


1) Marx neden Türlerin Kökeni'ni okuduğunda çok etkilendi ve neden Darwin'e Kapital'in bir kopyasını gönderdi?


Marx, kapitalizmin üretici güçleri devrimcileştirdiğini ve dünyadaki diğer tüm üretim biçimlerini ortadan kaldıracağını söylediğinde, nesnel bir olguya işaret eder. Darwin de, doğal seçilim tezini ortaya atarken, kendi hoşuna giden ve tercih ettiği bir durumu değil, yaptığı araştırmaların sonucunu açıklar. Bu kişilerin bilimsel analizleri, vardıkları sonuçlardan memnun olduklarını göstermez: Darwin'in sarıca arıların larvalarını onları canlı canlı yemek üzere tırtılların bedenlerine bırakmalarını gözlemlemesi bundan keyif aldığı anlamına gelmez. Keza Marx'ın da her şeyin metalaşmasını sevinçle karşıladığını söylemek saçma olacaktır.

Marx'ın da Darwin'in de ortaya koydukları bilimsel savlar, geleceğin nasıl olacağıyla ilgili değil, geçmişten bugüne nasıl gelindiğiyle ilgilidir. Medyum değil bilim insanı oldukları için, geleceği anlatmak yerine, geleceğin bilgisinin dayandığı onlarca parametrenin ancak bir kısmını analiz etmişlerdir. Ne Darwin bir milyon yıl sonra hangi türün evrileceğini söyler, ne de Marx kaçıncı yüzyılda nasıl bir yönetim biçimi olacağını.

Burada bir parantez açalım. Bir bilimsel iddia müneccimlik etmez ancak tanım gereği gelecekle ilgili öngörüde bulunur. Bu gelecek; fizikte olduğu gibi, gelecekte deneyimlenecek bir olay olabilirken, tarihte olduğu gibi, gelecekte bulunacak bir belge olabilir. Marx da Darwin de, bu anlamıyla, gelecek öngörüsünde bulunmuşlardır. Yukarıda bunu kast etmediğimizin açık olduğunu umuyoruz.

Dahası, geçmişi bugüne taşıyan kanunları anlamak, varsayımsal senaryolar yazabilmeyi de sağlar. Verili iklim ve coğrafya koşullarında hangi türde hangi genetik özelliklerin ortadan kalkacağını tahmin etmek (hassas bir ölçüm yapamasak da) makul bir tefekkürdür. Benzer şekilde, kapitalizmin Asya tipi üretimi istila edeceğini anlamak için illa ki 20. yüzyılı bekleyip gözle görmeye gerek yoktur. Parantezi kapatalım.

Marx ve Darwin, süreçleri yönlendiren kanunları arıyorlardı. Öte yandan Marx, bu iki bilimsel analiz süreci arasındaki paralelliği görebilmişti. Bundan duyduğu heyecanla Darwin'e Kapital'in bir kopyasını gönderirken, Darwin kitabı okumadan bir kenara koymuştu.1

Oysa Marx haklıydı: Darwin türlerin oluşumunu incelerken, Marx toplumları inceliyordu.2 Evrim teorisi, verili koşullara daha uygun genetik kodun doğal seçilim yoluyla hayatta kalışını açıklarken; tarihsel materyalizm, diğer toplumlara kıyasla daha ileri üretim ilişkilerini benimseyen bir toplumun diğerlerine üstünlük kuruşunu açıklıyordu.


2) Dinlerin kökeni sorusu

Dinlerin nasıl ortaya çıktığı sorusunun din meselesine açıklık getireceğini düşünmek, bir mutasyonun neden gerçekleştiğini bilince hangi türün oluşacağını tahmin edebileceğini sanmak kadar saçmadır.

Dünyada her gün yüzbinlerce yeni fikir ortaya çıkıyor. Hali hazırda binlerce mesih ve peygamber adayı var. Yeni moda dinleri saymıyoruz bile.

Mesele, bir fikrin ilk ortaya çıkışı değil, ortaya çıktıktan sonra tarih içerisinde kendini var edebilmesi meselesidir. Ortaya çıkan fikir, tarihin verili anında, gerçek dünyada o görüşe inanmayanları devre dışı bırakacak bir yapı sunduğu ölçüde hayatta kalabilir.

Hem Musa'nın hem de Katolik imparatorluğunun, nüfusu arttıracak bir ideolojiyle gelmiş olmaları tesadüf değildir.3

Musa peygamber aileyi norm tarif edip her türlü eşcinsel deneyimi baskıladığında ve Roma İmparatorluğu her spermi kutsal ilan ettiğinde, bu ideolojiyi benimseyen toplumlar çevrelerindeki toplumlara üstünlük sağlamışlardır. İnsan üretmenin bu derece bir çılgınlığa dönüşmesi, cinsellikle üreme arasında sanki hiçbir fark yokmuş gibi algılanması, bu tarihsel sürecin sonucudur.4


3) Intermezzo: Ahlak meselesi

Burada, ateistleri en çok zorlayacağı düşünülen sorulardan birine değinme fırsatını kaçırmayalım. Estetikten dile kadar tüm toplumsal olgular gibi ahlak ve etik de tarihseldir. Etik felsefesi dahilinde etik ve ahlak arasında ayrım yapılmış olması anlaşılır bir durumdur; ancak bu durum, kimi ateistlerde, toplumun ve tarihin dışında bir ahlak belirleyebileceğimiz gibi bir yanılsama yaratmıştır. Tabii ki genel kabul gören ve iktidarın kurguladığı ahlakın dışına çıkabiliriz, ancak insan tarihselliğin dışına çıkamaz. Tüm insani üretim (muhalif görüşler de dahil olmak üzere), tarihin içindedir. Mesele, tarih içerisinde hangi görüşün nasıl geçerlilik kazandığını anlamaktır.

Tabağındaki yemeği bitirmekten insan öldürmemeye kadar tüm ahlaki önermeler, ilk iki bölümde değindiğimiz tarihsel seçilimin sonucudurlar. Yeni ahlaki önermeler de, bu tarihsel sürecin sonunda hayatta kalabildikleri ölçüde geçerli olacaklar.

Özellikle hassas bir konu olduğu için, heteroseksizm örneğine odaklanalım. Bizim keyfimizden bağımsız olarak, makineleşme, üretimin insanın somut varlığından bağımsız olmasının imkanlarını yaratmıştır. Bu imkanın gerçek anlamda hayata geçirilmesi ise kapitalizm (daha genel olarak, sınıflı toplum) içerisinde mümkün değildir: Makineler artı değer üretemezler. Sömürüye dayalı bir sistemde insan, üretimin birincil unsuru olmak zorundadır.

Öte yandan, toplumlar, makineleşmenin getirdiği bu özgürleşme imkanını insanca kullanmak üzere harekete geçtiler. Geniş halk kitleleri, ortaya çıkan refahın dağıtımında eşitlik talep ettiler. Bu mücadele ile kazanılan haklar sayesinde, üretim ve iktidar, nüfustan kısmen bağımsızlaştı; yani fazla nüfusa sahip olmak doğrudan doğruya daha güçlü olmak anlamına gelmemeye başladı. Bu bağımsızlaşma oranında da, nüfus artışını temin eden aile vb. üstyapı kurumları çözüldü.5

İnsanın cinsiyetçilik, heteroseksizm vb. yabancılaşma öğelerinden kurtulmasının nesnel imkanları böylece ortaya çıktı. Militan aktivistlerin yıllar süren mücadeleleri sonucunda kazandıkları tüm haklar bu çerçeve içerisinde görülmelidir; yoksa, cinsiyetçiliğin dogmatik bir biçimde "kötü" olup aktivistlerin de insanları sonunda ikna edebilmiş olmalarında değil. Bizler şu anda, üretim araçlarının gelişiminin bir evresinde keşfettiğimiz bir yabancılaşma unsurunu ortadan kaldırmak üzere mücadele etmekteyiz.

Şimdi ilk bölümde Marx ve Darwin arasında kurmuş olduğumuz paralelliği hatırlamakta yarar var. Bir fikrin belirişi ile toplumsal olarak kabul görmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, bir genin ilk ortaya çıkışıyla türün gen havuzunda yer edinmesi arasındaki ilişkiyi anlamaya benzer. Fikrin haklılığı dogmatik ve soyut olarak değil, gerçek dünyadaki etkisi ile ölçülür. Eşcinsellik anormal olduğu için "Eşcinsellik anormaldir." denmez; "Eşcinsellik anormaldir." diyenler iktidarı aldıkları için eşcinsellik anormal olur.


4) İnsanın doğası

Tarihsellik, insanı anlamanın anahtarıdır. İnsanı bir tür olarak ayırt ettiren, tarihe sahip olmasıdır; geçmiş nesillerin faaliyetinin, gelecek nesillerin doğasını şekillendirmesidir. İnsan bireyleri, onlara dışkın olup kendisini onlara dayatan bir toplumsal olguyla karşılaşırlar. İnsan, önceki nesillerin üretiminin üzerinde üretim yapar. İnsanın tarihi vardır. Hayvanın tarihi yoktur.6 İnsan türünün tanımlayıcı özelliği budur.7


Demek ki insanın "doğasında" nelerin var olduğu sorusu, biyolojinin sınırlarının ötesindedir. Hatta, Richard Dawkins'in memetik adıyla baştan keşfetmiş olduğu üzere, yer yer biyolojinin dışındadır. Dawkins, özellikle, doğumdan itibaren kapsamlı bakım gerektiren hastalıkları örnek veriyor: Safi biyolojik ve genetik dinamiklere kalsa bu gibi hastalıkların insan türünde ortadan kalkması gerekirdi, zira bu hastalıklara sahip kişiler doğal yollarla ölürlerdi. Ancak toplumlar bu durumla başetmenin binbir çeşit yolunu bulmuş, hastaların sadece hayatta kalmalarını değil, sağlıklı bir biçimde çocuk sahibi olabilmelerini ve dolayısıyla ilgili genetik kodu sonraki nesillere taşımalarını sağlamıştır. Dawkins bu örnekte memetik kodun genetik koda üstün geldiğini söylüyor. Bizim bu yazıda özetlediğimiz çerçeve, bu açıklamalara tam olarak oturmakla birlikte, "memetik kod"un tabi olduğu seçilim yasalarını da (üretim araçlarının gelişimi) açıklıyor.

Vurgulamak istediğimiz, "insanın doğası"nın biyolojik evrim skalasına kıyasla çok daha hızlı değiştiği ve tanım gereği zamana ve mekana bağlı olduğudur.


5) Epilog

İddiamızı kısaca özetleyelim: Dini anlamak için, din fikrinin ilk nasıl ortaya çıktığını anlamak gerekmez. Mesele, dinin nasıl olup da nesiller boyu hayatta kaldığıdır, bu da son derece materyal bir sorudur.

Doğaüstü görüşlerin ve kurumsal dinlerin hayatta kalışlarının sebebi; şekilden şekile girip her türlü esnekliği göstererek, üretim araçlarını geliştirebilmiş olmalarında gizlidir. Bunun ne şekilde olabileceğiyle ilgili önceki bölümlerde çeşitli örnekler verdik. Bu örneklerin amacı, tabii ki, dinlerin kökeniyle ilgili nihai bir açıklama getirmek değil, tarihsel bir olgu olan dinleri tarihin içerisinde ve tarihi yönlendiren yasalar çerçevesinde anlama çabasını örneklendirmekti.

Bugün (daha doğrusu, en az iki yüzyıldır) dinin hiçbir tarihsel bahanesi kalmamıştır. Din artık üretim araçlarının gelişiminin, insani yaratıcılığın önünde bir engel oluşturmaktadır. Cevapları doğaüstünde arama alışkanlığı, tam da bu bağlamda gericidir. (Bu konuya, "Neden Ateistler Komünistleri Ciddiye Almalıdır? Giriş" yazımızda değinmiştik.)

Tüm dünyada güçlenen ve sıklaşan sel felaketlerinin ve kuraklıkların sebebini iklim değişiminde değil ahlaki yozlaşmada arayan bir canlı türü, (yanında yüzbinlerce türü de götürerek) yok olmaya adaydır. "Onlarda var; ergo8, bizde de olmalı." argümanıyla, dünya üzerindeki canlı yaşamını birkaç kez ortadan kaldırmaya muktedir miktarda nükleer silah üretip bunları yönetici sınıfın tesadüfi çıkar pazarlıklarının oyuncağı yapan bir canlı türü, (yanında yüzbinlerce türü de götürerek) yok olmaya adaydır.

Richard Dawkins olsa insan türünün memetik kodda köklü bir değişikliğe gereksinimi olduğunu söylerdi. Bizse kendi aramızda buna komünist devrim diyoruz.


1  Darwin'in, Marx'ın kendisine şahsen yollamış olduğu Das Kapital'i okumadığını, Darwin'in kitaplığındaki kitabın sayfalarının çok büyük çoğunluğunun kesilmemiş olmasından çıkarıyoruz. (bkz. Marx of Respect, Friends of Darwin)
2  "Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını ... buldu. (Friedrich Engels'in Karl Marx'ın mezarı başında yaptığı konuşma)
3  İçinizdeki evrimcinin hemen bir uyarıda bulunacağını umuyoruz: Musa veya Roma imparatorluğu, nüfusun iktidarı güçlendirmekte ve üretim araçlarını geliştirmekte kritik rol oynadıklarını biliyor ya da bilmiyor olabilirler. Bu önerinin bilinçli yapılıp yapılmadığından bağımsız olarak, nesnel bir biçimde bu görüşler iktidara gelmişlerdir.
4  Tarih kitaplarında milliyetçilikle ilgili yapılan kapsamlı tarihsel analizin konu dinlere geldiğinde es geçilmesini dikkate değer buluyoruz. Oysa, verilerin ve belgelerin çokluğu sayesinde detaylıca inceleyebildiğimiz milliyetçiliğin anlaşılmasının dinlerin doğası hakkında da birçok hususu açıklığa kavuşturacağını düşünüyoruz.
5  Burada bir uyarıda bulunalım. Aile çözüldü demiyoruz. Aile, nüfusun iktidarla ilişkisinin azaldığı ölçüde çözüldü diyoruz. Bu ölçüyü de kabaca insani emeğin meta üretiminin dışına çıkmasıyla tarif ediyoruz. Günümüzde bu söylediğimizin tersi bir trend olduğu doğrudur. Vurgulamak istediğimiz, bu tarihsel süreç ile bununla diyalektik bir ilişki içerisinde olan ahlak kurumlarının gelişimindeki paralellik.
6  Bu konuyla ilgili nitelikli bir inceleme için bkz. Yusuf Zamir – Yabancılaşmış Faaliyet
7  Burada dikkat edilmesi gerek husus, bu tanımımızın gözlemsel olduğudur. Yani, tanımları biz böyle tercih ettiğimiz için değil, verili dünya böyle olduğu için bu şekilde yapıyoruz.
8  dolayısıyla


Tuesday, August 14, 2012

Labor rights in Turkey: Trade Union Act, The Anatomy of a Lie – Kıvanç Eliaçık



This article is a free translation of the Turkish original (“Sendikalar Yasası: Bir Yalanın Anatomisi”) published in Bianet on July 18th, 2012. The author of the article, Kıvanç Eliaçık, is the director of the international relations office in DİSK, the Confederation of Progressive Trade Unions of Turkey.

If a trade union that collaborates with employers lost its mind and started a campaign called “We want slavery” demanding “We want to work 16 hours a day. No to salaries!” would the government take this proposal seriously?

The news-hound asks: “The new trade union act is on the way! The barriers will be taken down! If the actual number of their members is announced, many trade unions will be shut down! The bans on strikes are being abolished! What do you think about these issues?” This type of journalism would be an excellent example of government propaganda material rather than an interview.

In Turkey, a worker can be prevented from becoming a member of a union or even demanding rights by being fired, arrested and sometimes even murdered. Trade union acts prepared after the 12th September Military Intervention are still in effect. Labor courts function really slowly, and the simplest union activities are stopped violently. In such circumstances, we read some news saying the trade union act will be changed. It is promised that the changes will be in accordance with the ILO Agreements, which Turkey already has signed. Yet the reform in question is always being postponed.

It has been claimed that if the postponement of the reform is an iceberg, then the disagreements between workers' organizations and employers' organizations (or even between trade unions) is only the tip of it. Yet for ILO or UN agreements to be applied, you do not need a “consensus” among the parties. For example, if a trade union that collaborates with employers lost its mind and started a campaign called “We want slavery.” and demanding “We want to work 16 hours a day. No to salaries!” would the government take this proposal seriously?

The responsibility of the government is to guarantee basic human rights. The government; that never consults the workers about anything related to labor and that passes strongly controversial laws in a single day despite trade union opposition; appeals to “consultation” methods in order to stall the process, when it comes to trade unions act.

Those who do not bother to listen to ILO's advice and criticism want us to believe that there will be improvements in the law, at exactly the same time when they are prohibiting strikes in aviation and arresting trade unionists. It is not easy to believe that, because we have a dead body in front of us. We must perform an autopsy on the laws that have no use other than preventing the exercise of trade union rights.

Autopsy Results

Here are the results of the autopsy of the laws 2821 and 2822, which were prepared right after the 1980 military intervention in order to prevent trade union activities, to restrict collective agreements, and to prohibit strikes:

If a worker wants to join a trade union, the first step s/he must take is to go to a public notary and have the membership form approved. Turkish Airlines can fire its employees via "sms", but a worker cannot say "I'll go to join the trade union" to her/his employer. S/he has to get a half day off to be able to go to the notary, and a whole day if the factory is far away. S/he has to pay 47 TL to the notary for the approval of the form. While it is not needed to go to a notary when joining an association or a political party, one has to pay even to quit a trade union. Actually, quitting is even more expensive! If you want to change your trade union, you must pay 138 TL in total.

Your job is not finished when you have been to the notary. Let us suppose for the sake of argument that your employer was not aware of the situation and did not fire you, and that your reemployment lawsuit didn't take two years. You have two more obstructions against exercising your collective agreement rights. The workplace barrier and the sector barrier... Your trade union must have 10% of all the workers in your line of business. For instance, a metalworkers' union must have, among the 1.279.000 legally employed metalworkers countrywide, at least 127.900 members in order to be able to have the right to collective agreements. And then, the same union must have half of the workers in your workplace as members too.

When the boss hears of union activities, s/he fires union members and especially those who invite others to join a union, with a variety of excuses. An employee who has been working for ten years gets fired all of a sudden due to low performance. And all the employees with the same surname are laid off together with her/him... Someone who was hired only that day comes to your machine and insults you. If you respond, some inspector enters the stage and writes a report, and you are fired because you initiated a fight in the workplace. If none of these works, the boss closes down the factory and moves it to the adjacent land.

Yet another obstruction for trade unions is the requirement to operate only in legally defined sectors. The determination of which sector a particular workplace belongs to in takes years of lawsuits. For instance, a health union that registers cleaning staff can get an answer from the court that it cannot represent cleaning staff because they belong to the general services sector. Then, when the general services union registers the same workers, another judge (because by chance the actual judge is at hospital that day) can rule “That is a hospital, and therefore it shouldn't be general services but health services”, thus resetting everything.

Let us now come to the last item, the last option for the union but the first to come into mind when we hear trade unions: strike. Just as the only real medicine is aspirin, the only real union activity is going on strike. The workers block the doors of the factory and use their power coming from production, until the union gets the desired salary increase. When a popular labor peer is fired, a whisper around the machines turns the switches off or shifts down a gear in the production. When the country prepares for a war, the trade unions declare their demand for peace with a general strike.

In Turkey, on the other hand, strike is either totally forbidden in certain sectors, or when it is supposedly allowed, it is almost impossible. Only after a disagreement in the collective bargaining process can you go on a strike and you have to declare it 60 days in advance. In the meanwhile, your strike can be forbidden or postponed.

In a country where millions work without social security and where even those with social security live below the hunger limits, only 6 percent of all the waged employees have the right to collective agreement, due to the aforementioned laws. At the end of the day, under the advanced democracy title, we are face to face with a “Collective Labor Relations Law” which doesn't even have trade unions in its name. According to the news publicized by government sources, when the Social Security Institution records are considered, many trade unions will lose their authority. Instead of using an iron hand in a velvet glove, the government should account for maintaining the military intervention laws for years and for hundreds of thousands of workers who died in work accidents, who have been fired without compensation, and who have been living under the hunger limit.

Wednesday, August 1, 2012

Very close to Syria – Ragıp Duran



This article is a shortened translation of the Turkish original “Suriye'ye çok yakın...” by Ragıp Duran, published in Birdirbir.org on 11 July 2012. We mean this translation to be a continuation of an article series about Syria, which you can follow using the Syria label.


In Antioch, Iskenderun or Samandağ, the people are sticked to a single subject. Journalists, intellectuals, artisans... all are disgruntled. Instead of the tourists who came here or who passed through, they now have “weird Syrians” around. And those other things who speak English...


I saw and heard about it when taking the plane in Istanbul: This time, the Antioch passengers were different. English-speaking middle-aged men. They pretend to be locals but are obviously foreigners. They put some Turkish or Arabic words in-between when they talk. Officially, they are journalists, officials of humanitarian help organizations, Redcross personnel etc. but that they are unofficially something else is crystal clear as if it was written on their faces. I have seen many of them in the 1991 operations in Nusaybin, Cizre, Kamışlı and Duhok.

They were talking about the situation in the refugee camps. They were complaining about translation shortages. One was explaining that his report was not taken seriously. It seems there are not only reconnaissance aircrafts scouting in the Turkey-Syria borders...

The Antioch society is overly unhappy. They took down CHP (Republican People's Party) after Mrs. Iris and gave the city government to AKP (Justice and Development Party), and they also sent a local to the Ministry of Justice. Yet, thanks to the incredible policies of Erdoğan-Davutoğlu, the border gate in Cilvegözü, the former window of friendship, is now a frozen photograph. No one gets in, no one gets out. And the Uzunçarşı (the Long Bazaar) shopkeepers are deeply grieved.

Until now, I read more and deeper analyses and news on Syria in French, English and American newspapers than in Turkish press. In our media there is not even a Syria expert. We do not even know if anyone else other than Davutoğlu is actually interested in the Syrian issue. On the other hand, in Antioch, there are lots of journalists and experts who know Arabic, who studied in Syria and who are quite familiar with Damascus. Of course this group is never on stage as they think differently than Davutoğlu.

The only topic of conversation is Syria here:

  • So-called Free Syrian Army!... If one fights for democracy, then one doesn't take shelter in the neighboring country or in the Americans, one stays in one's country and fights together with the people.
  • The refugee camps are a complete ambiguity... We are not able to go see our own relatives. Blond, blue-eyed men are swarming in there like inspectors.
  • What kind of dissident democrats are these! Thievery, they've got. Harassing our girls and women, they've got... And I don't get this, there are some guys around with some North African accent of Arabic, Libyan I guess...
  • I did not see it with my own eyes, but they are sending armed men down at nights.
  • The aircraft thing was apparent since the beginning... Erdoğan called the American newspaper “cowardly” but they turned out correct. I don't like Assad particularly, but Erdoğan proved him right...
  • Aleppo is the decisive one there, and Damascus too. Hamas revolts since old times. Look, the Kurds still did not get into the main opposition there.
  • Assad is secular, to begin with. And all the minorities, the Christians, Armenians, Assyrians, Jews... They all are supporting Assad still. However artificial, there is a comprador bourgeoisie , and they are also on Assad's side. The democracy front is both weak and unorganized. Since they don't have a political or ideological opposition tradition, the opponents of Assad are easily getting under the control of Ankara or Washington.
  • Assad has Iran, Russia and China on his back. The American experts also realized that Assad will remain the short-term, even in the middle-term.

Let us empathize to understand better. Is this example enough?

  • “The friends of the Turkish people group” in Damascus published a declaration saying that the Prime Minister Erdoğan should immediately resign unconditionally.

Antioch is melancholic in the hot summer. When was it that Antioch joined the national pact, 1938 or 1939?