Bu
yazıyla, iki hususu amaçlıyoruz. Öncelikle; ateistlerin
komünistleri neden ciddiye alması gerektiğine dair başlamış
olduğumuz tartışmayı
geliştirmeyi amaçlıyoruz. Ateist çevrelerde yer yer kafa
karışıklığına yol açan "insanın doğası", "ahlak",
"etik" vb. kavramlarla ilgili marksizmin sunduğu
açıklamanın ilham verici olduğunu düşünüyoruz. Bu, birinci
amacımız.
Hazırlıksız
okuyucu için, Joel Kovel'in Doğanın Düşmanı kitabına Marx
ve Darwin'i karşılaştırarak başlaması şaşırtıcı olacaktır.
Ekolojik krizle ilgili sınıfsal bir çerçeve sunan bir kitabın
giriş bölümlerini Darwin'e ayırması, zarif bir yaklaşımın
sonucudur. Bu da bizi ikinci amacımıza getiriyor: Dinlerin özü ve
gelişimiyle ilgili bir tartışmanın, materyalist dünya görüşünü
örneklemek için uygun olacağı kanısındayız.
Bu
metin, amaçlarına uygun olarak, görece soyut bir metin olacak. Öte
yandan, nihayetinde, bugüne kadar söylenmemiş bir fikir
sunmayacağımızın bilinciyle, teorik bir sunuş yerine örneklerden
soyutlama yolunu tercih edeceğiz.
Marx,
kapitalizmin üretici güçleri devrimcileştirdiğini ve dünyadaki
diğer tüm üretim biçimlerini ortadan kaldıracağını
söylediğinde, nesnel bir olguya işaret eder. Darwin de, doğal
seçilim tezini ortaya atarken, kendi hoşuna giden ve tercih ettiği
bir durumu değil, yaptığı araştırmaların sonucunu açıklar.
Bu
kişilerin bilimsel analizleri, vardıkları sonuçlardan memnun
olduklarını göstermez: Darwin'in sarıca arıların
larvalarını onları canlı canlı yemek üzere tırtılların
bedenlerine bırakmalarını gözlemlemesi bundan keyif aldığı
anlamına gelmez. Keza
Marx'ın da her şeyin metalaşmasını sevinçle karşıladığını
söylemek saçma olacaktır.
Marx'ın
da Darwin'in de ortaya koydukları bilimsel savlar, geleceğin nasıl
olacağıyla ilgili değil, geçmişten bugüne nasıl gelindiğiyle
ilgilidir. Medyum değil bilim insanı oldukları için, geleceği
anlatmak yerine, geleceğin bilgisinin dayandığı onlarca
parametrenin ancak bir kısmını analiz etmişlerdir. Ne Darwin bir
milyon yıl sonra hangi türün evrileceğini söyler, ne de Marx
kaçıncı yüzyılda nasıl bir yönetim biçimi olacağını.
Burada
bir parantez açalım. Bir bilimsel iddia müneccimlik etmez ancak
tanım gereği gelecekle ilgili öngörüde bulunur. Bu gelecek;
fizikte olduğu gibi, gelecekte deneyimlenecek bir olay olabilirken,
tarihte olduğu gibi, gelecekte bulunacak bir belge olabilir. Marx da
Darwin de, bu anlamıyla, gelecek öngörüsünde bulunmuşlardır.
Yukarıda bunu kast etmediğimizin açık olduğunu umuyoruz.
Dahası,
geçmişi bugüne taşıyan kanunları anlamak, varsayımsal
senaryolar yazabilmeyi de sağlar. Verili iklim ve coğrafya
koşullarında hangi türde hangi genetik özelliklerin ortadan
kalkacağını tahmin etmek (hassas bir ölçüm yapamasak da) makul
bir tefekkürdür. Benzer şekilde, kapitalizmin Asya tipi üretimi
istila edeceğini anlamak için illa ki 20. yüzyılı bekleyip gözle
görmeye gerek yoktur. Parantezi kapatalım.
Marx
ve Darwin, süreçleri yönlendiren kanunları arıyorlardı. Öte
yandan Marx, bu iki bilimsel analiz süreci arasındaki paralelliği
görebilmişti. Bundan duyduğu heyecanla Darwin'e Kapital'in bir
kopyasını gönderirken, Darwin kitabı okumadan bir kenara
koymuştu.1
Oysa
Marx haklıydı: Darwin türlerin oluşumunu incelerken, Marx
toplumları inceliyordu.2
Evrim
teorisi, verili koşullara daha uygun genetik kodun doğal seçilim
yoluyla hayatta kalışını açıklarken; tarihsel materyalizm,
diğer toplumlara kıyasla daha ileri üretim ilişkilerini
benimseyen bir toplumun diğerlerine üstünlük kuruşunu
açıklıyordu.
Dinlerin
nasıl ortaya çıktığı sorusunun din meselesine açıklık
getireceğini düşünmek, bir mutasyonun neden gerçekleştiğini
bilince hangi türün oluşacağını tahmin edebileceğini sanmak
kadar saçmadır.
Dünyada
her gün yüzbinlerce yeni fikir ortaya çıkıyor. Hali hazırda
binlerce mesih ve peygamber adayı var. Yeni moda dinleri saymıyoruz
bile.
Mesele,
bir fikrin ilk ortaya çıkışı değil, ortaya çıktıktan sonra
tarih içerisinde kendini var edebilmesi meselesidir. Ortaya çıkan
fikir, tarihin verili anında, gerçek dünyada o görüşe
inanmayanları devre dışı bırakacak bir yapı sunduğu ölçüde
hayatta kalabilir.
Hem
Musa'nın hem de Katolik imparatorluğunun, nüfusu arttıracak bir
ideolojiyle gelmiş olmaları tesadüf değildir.3
Musa
peygamber aileyi norm tarif edip her türlü eşcinsel deneyimi
baskıladığında ve Roma İmparatorluğu her spermi kutsal ilan
ettiğinde, bu ideolojiyi benimseyen toplumlar çevrelerindeki
toplumlara üstünlük sağlamışlardır. İnsan üretmenin bu
derece bir çılgınlığa dönüşmesi, cinsellikle üreme arasında
sanki hiçbir fark yokmuş gibi algılanması, bu tarihsel sürecin
sonucudur.4
Burada,
ateistleri en çok zorlayacağı düşünülen sorulardan birine
değinme fırsatını kaçırmayalım. Estetikten dile kadar tüm
toplumsal olgular gibi ahlak ve etik de tarihseldir. Etik felsefesi
dahilinde etik ve ahlak arasında ayrım yapılmış olması
anlaşılır bir durumdur; ancak bu durum, kimi ateistlerde, toplumun
ve tarihin dışında bir ahlak belirleyebileceğimiz gibi bir
yanılsama yaratmıştır. Tabii ki genel kabul gören ve iktidarın
kurguladığı ahlakın dışına çıkabiliriz, ancak insan
tarihselliğin dışına çıkamaz. Tüm insani üretim
(muhalif görüşler de dahil olmak üzere), tarihin içindedir.
Mesele, tarih içerisinde hangi görüşün nasıl geçerlilik
kazandığını anlamaktır.
Tabağındaki
yemeği bitirmekten insan öldürmemeye kadar tüm ahlaki önermeler,
ilk iki bölümde değindiğimiz tarihsel seçilimin sonucudurlar.
Yeni ahlaki önermeler de, bu tarihsel sürecin sonunda hayatta
kalabildikleri ölçüde geçerli olacaklar.
Özellikle
hassas bir konu olduğu için, heteroseksizm örneğine odaklanalım.
Bizim keyfimizden bağımsız olarak, makineleşme, üretimin insanın
somut varlığından bağımsız olmasının imkanlarını
yaratmıştır. Bu imkanın gerçek anlamda hayata geçirilmesi ise
kapitalizm (daha genel olarak, sınıflı toplum) içerisinde mümkün
değildir: Makineler artı değer üretemezler. Sömürüye dayalı
bir sistemde insan, üretimin birincil unsuru olmak zorundadır.
Öte
yandan, toplumlar, makineleşmenin getirdiği bu özgürleşme
imkanını insanca kullanmak üzere harekete geçtiler. Geniş halk
kitleleri, ortaya çıkan refahın dağıtımında eşitlik talep
ettiler. Bu mücadele ile kazanılan haklar sayesinde, üretim ve
iktidar, nüfustan kısmen bağımsızlaştı; yani fazla
nüfusa sahip olmak doğrudan doğruya daha güçlü olmak anlamına
gelmemeye başladı. Bu bağımsızlaşma oranında da, nüfus
artışını temin eden aile vb. üstyapı kurumları çözüldü.5
İnsanın
cinsiyetçilik, heteroseksizm vb. yabancılaşma öğelerinden
kurtulmasının nesnel imkanları böylece ortaya çıktı. Militan
aktivistlerin yıllar süren mücadeleleri sonucunda kazandıkları
tüm haklar bu çerçeve içerisinde görülmelidir; yoksa,
cinsiyetçiliğin dogmatik bir biçimde "kötü" olup
aktivistlerin de insanları sonunda ikna edebilmiş olmalarında
değil. Bizler şu anda, üretim araçlarının gelişiminin bir
evresinde keşfettiğimiz bir yabancılaşma unsurunu ortadan
kaldırmak üzere mücadele etmekteyiz.
Şimdi
ilk bölümde Marx ve Darwin arasında kurmuş olduğumuz paralelliği
hatırlamakta yarar var. Bir fikrin belirişi ile toplumsal olarak
kabul görmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, bir genin ilk ortaya
çıkışıyla türün gen havuzunda yer edinmesi arasındaki
ilişkiyi anlamaya benzer. Fikrin haklılığı dogmatik ve soyut
olarak değil, gerçek dünyadaki etkisi ile ölçülür. Eşcinsellik
anormal olduğu için "Eşcinsellik anormaldir." denmez;
"Eşcinsellik anormaldir." diyenler iktidarı aldıkları
için eşcinsellik anormal olur.
Tarihsellik,
insanı anlamanın anahtarıdır. İnsanı bir tür olarak ayırt
ettiren, tarihe sahip olmasıdır; geçmiş nesillerin faaliyetinin,
gelecek nesillerin doğasını şekillendirmesidir. İnsan bireyleri,
onlara dışkın olup kendisini onlara dayatan bir toplumsal olguyla
karşılaşırlar. İnsan, önceki nesillerin üretiminin üzerinde
üretim yapar. İnsanın tarihi vardır. Hayvanın tarihi yoktur.6
İnsan türünün tanımlayıcı özelliği budur.7
Demek
ki insanın "doğasında" nelerin var olduğu sorusu,
biyolojinin sınırlarının ötesindedir. Hatta, Richard Dawkins'in
memetik adıyla baştan keşfetmiş olduğu üzere, yer yer
biyolojinin dışındadır. Dawkins, özellikle, doğumdan itibaren
kapsamlı bakım gerektiren hastalıkları örnek veriyor: Safi
biyolojik ve genetik dinamiklere kalsa bu gibi hastalıkların insan
türünde ortadan kalkması gerekirdi, zira bu hastalıklara sahip
kişiler doğal yollarla ölürlerdi. Ancak toplumlar bu durumla
başetmenin binbir çeşit yolunu bulmuş, hastaların sadece hayatta
kalmalarını değil, sağlıklı bir biçimde çocuk sahibi
olabilmelerini ve dolayısıyla ilgili genetik kodu sonraki nesillere
taşımalarını sağlamıştır. Dawkins bu örnekte memetik kodun
genetik koda üstün geldiğini söylüyor. Bizim bu yazıda
özetlediğimiz çerçeve, bu açıklamalara tam olarak oturmakla
birlikte, "memetik kod"un tabi olduğu seçilim yasalarını
da (üretim araçlarının gelişimi) açıklıyor.
Vurgulamak
istediğimiz, "insanın doğası"nın biyolojik evrim
skalasına kıyasla çok daha hızlı değiştiği ve tanım gereği
zamana ve mekana bağlı olduğudur.
İddiamızı
kısaca özetleyelim: Dini anlamak için, din fikrinin ilk nasıl
ortaya çıktığını anlamak gerekmez. Mesele, dinin nasıl olup da
nesiller boyu hayatta kaldığıdır, bu da son derece materyal bir
sorudur.
Doğaüstü
görüşlerin ve kurumsal dinlerin hayatta kalışlarının sebebi;
şekilden şekile girip her türlü esnekliği göstererek, üretim
araçlarını geliştirebilmiş olmalarında gizlidir. Bunun ne
şekilde olabileceğiyle ilgili önceki bölümlerde çeşitli
örnekler verdik. Bu örneklerin amacı, tabii ki, dinlerin kökeniyle
ilgili nihai bir açıklama getirmek değil, tarihsel bir olgu olan
dinleri tarihin içerisinde ve tarihi yönlendiren yasalar
çerçevesinde anlama çabasını örneklendirmekti.
Bugün
(daha doğrusu, en az iki yüzyıldır) dinin hiçbir tarihsel
bahanesi kalmamıştır. Din artık üretim araçlarının
gelişiminin, insani yaratıcılığın önünde bir engel
oluşturmaktadır. Cevapları doğaüstünde arama alışkanlığı,
tam da bu bağlamda gericidir. (Bu konuya, "Neden
Ateistler Komünistleri Ciddiye Almalıdır? Giriş"
yazımızda değinmiştik.)
Tüm
dünyada güçlenen ve sıklaşan sel felaketlerinin ve kuraklıkların
sebebini iklim değişiminde değil ahlaki yozlaşmada arayan bir
canlı türü, (yanında yüzbinlerce türü de götürerek) yok
olmaya adaydır. "Onlarda var; ergo8,
bizde de olmalı." argümanıyla, dünya üzerindeki canlı
yaşamını birkaç kez ortadan kaldırmaya muktedir miktarda nükleer
silah üretip bunları yönetici sınıfın tesadüfi çıkar
pazarlıklarının oyuncağı yapan bir canlı türü, (yanında
yüzbinlerce türü de götürerek) yok olmaya adaydır.
Richard
Dawkins olsa insan türünün memetik kodda köklü bir değişikliğe
gereksinimi olduğunu söylerdi. Bizse kendi aramızda buna komünist
devrim diyoruz.
1 Darwin'in, Marx'ın kendisine şahsen yollamış olduğu Das
Kapital'i okumadığını, Darwin'in kitaplığındaki kitabın
sayfalarının çok büyük çoğunluğunun kesilmemiş olmasından
çıkarıyoruz. (bkz. Marx
of Respect, Friends of Darwin)
2 "Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını
bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını ... buldu.
(Friedrich Engels'in Karl Marx'ın mezarı başında yaptığı
konuşma)
3
İçinizdeki evrimcinin hemen bir uyarıda bulunacağını
umuyoruz: Musa veya Roma imparatorluğu, nüfusun iktidarı
güçlendirmekte ve üretim araçlarını geliştirmekte kritik rol
oynadıklarını biliyor ya da bilmiyor olabilirler. Bu önerinin
bilinçli yapılıp yapılmadığından bağımsız olarak, nesnel
bir biçimde bu görüşler iktidara gelmişlerdir.
4 Tarih kitaplarında milliyetçilikle ilgili yapılan kapsamlı
tarihsel analizin konu dinlere geldiğinde es geçilmesini dikkate
değer buluyoruz. Oysa, verilerin ve belgelerin çokluğu sayesinde
detaylıca inceleyebildiğimiz milliyetçiliğin anlaşılmasının
dinlerin doğası hakkında da birçok hususu açıklığa
kavuşturacağını düşünüyoruz.
5 Burada bir uyarıda bulunalım. Aile çözüldü demiyoruz. Aile,
nüfusun iktidarla ilişkisinin azaldığı ölçüde çözüldü
diyoruz. Bu ölçüyü de kabaca insani emeğin meta üretiminin
dışına çıkmasıyla tarif ediyoruz. Günümüzde bu
söylediğimizin tersi bir trend olduğu doğrudur. Vurgulamak
istediğimiz, bu tarihsel süreç ile bununla diyalektik bir ilişki
içerisinde olan ahlak kurumlarının gelişimindeki paralellik.
6 Bu konuyla ilgili nitelikli bir inceleme için bkz. Yusuf
Zamir – Yabancılaşmış Faaliyet
7 Burada dikkat edilmesi gerek husus, bu tanımımızın gözlemsel
olduğudur. Yani, tanımları biz böyle tercih ettiğimiz için
değil, verili dünya böyle olduğu için bu şekilde yapıyoruz.
No comments:
Post a Comment