*
Bu yazı, Bolivya Birleşmiş Milletler Temsilcisi Pablo Solón
Romero'nun yazdığı ve Focus
on the Global South sitesinde yayınlanan “Why
the Green Economy is a wrong path to restore the equilibrium with
nature and what alternatives do we have?” başlıklı
makaleden kısaltılarak serbestçe çevrilmiştir.
1992 yılında Brezilya'nın Rio de Janeiro kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferası'ndan yirmi yıl sonra, ekolojik kriz derinleşmeye devam ediyor. Dünyada hakimiyetini kuran sürdürülemez kalkınma modeli; biyoçeşitlilikte vahim kayıplara, kutuplardaki buz örtüsünün ve dağlardaki kalıcı buzulların erimesine, ormansızlaştırma ve çölleşmede ürkütücü bir artışa ve sıcaklıklarda – bildiğimiz anlamıyla yaşamı tehdit edecek – en az 4ºC'lik bir artışa sebep oldu. Bilim, gezegenimizin 650 000 yıldır içinde bulunduğu durumu değiştirecek bir noktaya geri dönüşü olmayacak şekilde yaklaştığımızı söylüyor.
Birçok kişi, Haziran ayında Rio de Janeiro'da gerçekleşecek Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı'nın (Rio +20) Dünya ekosistemleriyle dengenin yeniden kurulması meselesi açısısından bir dönüm noktası fırsatı olduğunu düşünüyor. Ancak Haziran'da kabul edilmek üzere müzakere edilen belge, dünyayı daha adil ve sürdürülebilir bir güzergaha taşımak yerine; “Yeşil Ekonomi” ilüzyonu aracılığıyla doğayı, yaşamı ve ekosistem hizmetlerini metalaştırmak ve finansallaştırmak için yeni pazar mekanizmaları teşvik ediyor.
Birleşmiş
Milletler Çevre Programı (BMÇP) “Yeşil Ekonomi” kavramını;
tekrarlanan enerji, iklim, çevre, gıda ve finans krizlerinin
sebebinin “sermayenin aşırı ölçüde yanlış tahsis edilmesi”
olduğu argümanına dayanarak geliştirmişti. BMÇP analizi böylece
doğanın bir sermaye olarak görülmesinde içkin olan sorunları es
geçmiş oldu ki asıl bu yaklaşım Dünya'nın kaynaklarının
aşırı sömürüsüne yol açmış ve hali hazırda uluslar,
toplumlar ve halklar arasındaki şiddetli eşitsizlikleri
genişletmektedir.
Yeşil
Ekonomi'yi savunanlar; biyoçeşitliliğin korunması, suyun
temizlenmesi, bitkilerin tozlaşması, mercan kayalıklarının
korunması ve iklim düzenlenmesi için bitkilerin, hayvanların ve
ekosistemlerin sağlamakta olduğu ücretsiz hizmetlere birer fiyat
biçilmesini vazgeçilmez (ve normal) buluyorlar. Yeşil Ekonomi'nin
çalışması için; ekosistemlerin ve biyoçeşitliliğin spesifik
işlevlerinin tanımlanması, onlara parasal değer atfedilmesi,
mevcut durumlarının değerlendirilmesi, hizmet sunmayı kesecekleri
sınırların tespit edilmesi ve her bir çevresel hizmet için bir
pazar oluşturmak üzere bu ekosistemlerin korunum masrafına bir
fiyat biçilmesi gerekiyor. Yeşil Ekonomi'nin mimarları, pazar
mekanizmalarının, “doğanın ekonomik görünmezliğini”
yönetmek için güçlü araçlar olduğuna inanıyorlar.
BM Brundtland
Raporu'nun (“Ortak Geleceğimiz”) 1987'de yayınlanmasından beri
politikacılar, sağlıklı bir çevrenin ve ekonomik büyümenin
birbirini desteklemesi fikriyle hareket ettiler. Pratikte ise
hükümetler, son 20 yıldır, ekonomik büyümeyi çevreden daha
öncelikli görmeye ve sürdürülebilir kalkınma çalışmalarında
şirket çıkarlarını ve pazar mekanizmalarını vurgulamaya eğilim
gösterdiler.
Farklı
ve daha iyi bir gelecek için yeni bir yol
İlk Rio
konferansındaki fikirler ve onu takip eden yirmi yılda uygulamaya
konan ve güçlendirilen hatalı çözümler, insanlığı ve doğayı
bezdirmeye devam eden sosyo-ekonomik ve çevresel sorunları
hafifletmekte başarısız oldular. Doğanın metalaştırılması ve
özelleştirilmesi için yapılan yeni saldırıyı durdurmak için
yapılması gereken, ortak malların savunusu için kendi bölgemizde
ve tüm dünyada yapılmakta olan mücadeleyi güçlendirmek ve
birbirine bağlamaktır.
Doğa'ya fiyat
biçmek yerine, Doğa'nın bir eşya ya da basit bir kaynak sağlayıcı
olmadığını ve insanların Doğa'nın bir parçası olduğunu fark
etmeliyiz. Dünya yaşayan bir sistemdir, bizim yuvamızdır,
birbirine bağımlı varlıkların ve bölümlerin bütününü
oluşturduğu bir topluluktur. Doğa kendi bütünlüğünü,
karşılıklı ilişkilerini, yeniden üretimini ve dönüşümünü
yöneten kurallara sahiptir. Rio+20'de hükümetler bu kuralları
tanımalı, onlara itibar etmeli ve onların hüküm sürmesini
güvence altına almalıdır.
Pazar
kurallarını Doğa'ya uygulamak yerine yapmamız gereken, şu
ilkeler ışığında yeni bir sistem oluşturmaktır:
- her şeyin her şeyle barış, uyum ve denge içinde olması,
- tamamlayıcılık, dayanışma, eşitlik, sosyal ve çevresel adalet,
- kolektif refah ve herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanması,
- insanların neye sahip oldukları değil ne oldukları üzerinden tanınmaları,
- her türlü sömürgecilik, emperyalizm ve müdahaleciliğin ortadan kaldırılması.
Ekonomik
büyümenin gezegensel sınırlarını görmezden gelen yıkıcı
kalkınma modelini savunmaya devam edemeyiz.
Yeni
teknolojiler, sadece kapitalist güdülerle yürütülen sınırsız
ve umarsız ekonomik büyüme anlamına gelmemelidir. Bilimsel
gelişmeler bazı durumlarda belirli kalkınma sorunlarına yanıt
verilmesine katkıda bulunabilirler ancak Dünya sisteminin doğal
sınırlarını göz ardı edemezler.
Her ülke,
kendi toplumunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için gereken
ürün ve hizmetleri üretmek durumundadır; ancak, hiçbir şekilde,
en zengin ülkeleri gezegenin taşıyabileceğinden beş kat daha
fazla ekolojik ayakizi sahip olmaya sürükleyen kalkınma
güzergahını izleyemezler. Hali hazırda gezegenin kendini yenileme
kapasitesi zaten yüzde kırktan fazla oranda aşılmış durumda.
Doğa Ana'nın aşırı sömürüsü bu raddede devam ederse 2030
yılında iki gezegene ihtiyacımız olacak.
İnsanların
bütünün sadece bir parçasını oluşturduğu karşılıklı
bağımlılıklar içeren bir sistemde, sadece insan kısmın
haklarını tanıyarak sistemin dengesini korumak mümkün değildir.
İnsan haklarını garanti altına almak ve doğayla uyumu yeniden
inşa etmek için, Doğa'nın haklarının efektif bir biçimde
tanınması ve yürürlüğe konması gerekir.
Seçkinlere
ayrıcalık sağlayan bu müsrif ve lüks meraklısı tüketim
sistemine son vermeliyiz. Kalkınmış ülkeler, sürdürülemez
üretim ve tüketim tarzlarını, kamusal siyaset ve yasalarla olduğu
kadar bilinçli aktif toplumsal katılımla (ve özellikle marjinal
kesimlerin katılımıyla) hakkaniyetsizlikleri ve eşitsizlikleri
hedef alarak değiştirmek zorundadırlar.
Devletler su,
eğitim, sağlık, iletişim, ulaşım, enerji ve sanitasyon
haklarını garanti altına almalıdırlar. Bu hizmetlerin işletimi
kamuya ait olmalı ve verimli sosyal yönetime dayanmalıdır, özel
şirketlere değil. Bu hizmetlerin toplumun en fakir ve marjinal
kesimlerine adil bir biçimde ulaşmasını güvence altına almak
üzere; asli amaç özel kar değil ortak refah olmalıdır. Düzgün
beslenme hakkını garanti altına almak için gıda egemenliği
siyaseti güçlendirilmelidir, ziraat firmaları değil.
1992 Rio Deklarasyonu'nda inşa edilmiş olan ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluklar çerçevesi altında; sözde kalkınmış ülkeler, Dünya sisteminin bozulmasına en büyük katkıyı yapmaları sebebiyle sahip oldukları tarihsel ekolojik borçlarını kabul etmeli ve ödemelidirler. Bu ekolojik borcu ödeyerek kalkınmış ülkeler kamusal kaynaklardan finans yaratmalı ve ayrıca egemen kalkınmakta olan ülkeler tarafından ihtiyaç duyulan toplumsal ve ekolojik olarak uygun teknolojileri aktarmalıdırlar.
Zengin ve
kalkınmış ülkeler, fakir ve kalkınmakta ülkelerde doğanın
sömürüsüne ve bozulmasına katkıda bulunacak ticaret anlaşmaları
dayatmamalıdırlar.
Kalkınmış
ülkelerce savunma, güvenlik ve savaş bütçelerine ayrılan devasa
kaynaklar azaltılmalıdır. Aksine, bu kaynaklar iklim değişiminin
ve doğayla dengesizliklerin düzeltilmesi için kullanılmalıdır.
Kamu kaynaklarından 1.5 trilyon dolar bu faaliyetlere ayrılırken,
kalkınmakta olan ülkelerde iklim değişiminin etkilerine yönelik
olarak kamu ve özel kaynaklardan epi topu 100 milyar dolar ayrılmış
olması bahane kabul etmez.
Bir finansal
etkileşim vergisi yaratılarak Sürdürülebilir Kalkınma Fonu
oluşturulmalı ve bu fonla kalkınmakta olan ülkelerdeki
sürdürülebilir kalkınma zorlukları hedef alınmalıdır. Bu
finansman mekanizması kalkınmakta olan ülkeler için yeni, sabit
ve ilave kaynaklar yaratmalıdır. Bu mekanizma, olanca saydamlıkla
ve yurttaş katılımına dayalı olarak yönetilmeli, kendi kalkınma
çerçevelerini ve yöntemlerini değiştirmeyi reddeden uluslararası
finans kurumlarına bırakılmamalıdır.
Genler,
mikroorganizmalar ve diğer yaşam formları üzerindeki fikri
mülkiyet hakları, düşük gelirli kitleler açısından elzem olan
gıda egemenliği, biyoçeşitlilik, ilaçlara erişim vb. haklar
üzerine bir tehdit oluşturur. Yaşam üzerindeki her türlü fikri
mülkiyet ilga edilmelidir.
Krizi
karşılamak için gereken küresel yanıt, yapısal değişiklikler
gerektiriyor. Kapitalist sistemi değiştirmeliyiz, Dünya sistemini
değil.
No comments:
Post a Comment